Mektup Var!


"Hoparlörden mekanik bir ses yükseliyor önce: 'Tutuklu ve hükümlülerin dikkatine...' Gün içinde defalarca, böyle başlayan anonslar duyuluyor.

İlki sabah 7'de. Sayım yapılacağını ve hazır olmamız gerektiğini bildiriyor. Kısa süre sonra da, sayıları 10'dan az olmamak üzere, gardiyanlar doluyor hücreye.

Bu arada belirtmek gerek: eskiler değil ama genç olanlar, kendilerine 'infaz memuru' dememizi istiyorlar.

Neyse, geldiklerini ağır demir kapının çıkardığı gürültüyle anlıyoruz. İçeride olduğumuzu gözleriyle gördükten sonra çıkıp gidiyorlar; 'Allah kurtarsın' demeyi hiç ihmal etmiyorlar. Haklarını yemeyeyim, hemen hepsi çok güler yüzlü ve özenli bize karşı. Umarım her tutsak için geçerlidir bu durum.

Sonra rutin başlıyor; el yüz yıkama, diş fırçalama, kahvaltı, vs. Ama bunlar başlamadan önce yapılan ilk şey televizyonu açmak oluyor. Lüks içinde yaşadığımız sanılmasın ama evet, cezaevinde televizyon izleme olanağımız var.

Aslında gözaltına alınıp sonra da tutuklanmamızla devam eden sürecin ilk haftasında neredeyse hiçbir iletişim aracına sahip olamadığımız düşünülürse televizyon izleyebilmek gerçekten lüks.

Hemen belirtmem gerekir ki, hayatımın hiçbir döneminde bu aptal kutusunun karşısında bu kadar zaman geçirmemiştim. Şimdi ise kanaldan kanala geçip tüm haber bültenlerini ve tartışma programlarını izliyorum. Zaten dışarıyla bağımızı kuran en önemli araç da televizyon. Acaba neler oluyor? Hakkımızda neler söyleniyor? Azılı katillerin ve darbecilerin örgütü Ergenekon'un iflah olmaz mensupları olarak ne herzeler yemişim? Bunları bilmek telaşındayım.

Saat 9'u biraz geçe gazetelerimiz de geliyor. Bu kez de TV ekranlarından izlediklerimizi bir de yazılı halde öğreniyoruz.

Genel olarak hakkımızdaki yorumlar iyi. Elbette mensup oldukları teşkilatın emir-komuta zinciri içinde bir takım ipe sapa gelmez laflar edenler de mevcut.

Ancak beni endişelendiren bu yazı ve yorumları yapanlar değil. Tutuklanma nedenimi düşününce, yakında, olumlu yazılar kaleme alıp, söyleyenlerin de koğuş komşumuz olabileceği ihtimali hiç uzak gelmiyor.

Kaldığım "koğuş"tan da bahsedeyim. üç hücre, bir salon, açılabilir pencere kanatlarından tahminen 60 metrekare gökyüzü gören bir yer. Adeta bir labirenti andıran ve hemen her yerinde bulunan demir parmaklıklı kapılardan geçerek ulaşılabiliyor koğuşumuza.

Kapıdan girince sağ yanda 3 hücre bulunuyor. Onların da demir kapısı var. İsterseniz, kapattığınızda komşularla temasınızı kesebiliyorsunuz. Hücrede, kişiye özel banyo-tuvalet, bir yatak ve küçük bir elbise dolabı mevcut. Gökyüzünü görebilmek için de kare kare demirlerle örülü bir pencere bulunuyor. Hücreler sanırım 10 metrekare falan.

Diğer iki hücrede Nedim ve Doğan ağabey (Yurdakul) kalıyor. Ortak kullanım alanımızın tavanının bir köşesinde 24 saat çalışan ve sürekli kayıt yaptığı söylenen bir kamera var. Cezaevinin dışarıya benzeyen tek yönü de bu zaten; burada da izleniyorum.

Salonun bir köşesinde lavabo ve küçük bir dolaptan oluşan mutfak bulunuyor. Hemen yan tarafında da iki pencere, yine havalandırmaya ve 60 metrekare gökyüzüne bakıyor.

Orta yerde plastik bir masa ve üç sandalye var. Hemen karşısında da iki gözden oluşan ahşap bir dolabın üstünde duran televizyon...

Anlayacağınız tüm 'mobilyalarımız' saydıklarımdan ibaret. Mutfak eşyalarımız ise birkaç plastik tabak, çatal ve kaşıklar, çay ve su bardağından ibaret.

Daha fazlasına da sahip olabilmek mümkün elbette. Nasıl mı? Parasını ödedikten sonra cezaevi kantininden her şeyi alabiliyorsunuz. Cezaevinde olmaması gerekenler ve özgürlük hariç.

İşin kötüsü, kantinde satılanların dışarıdan getirilmesi yasak. İç çamaşırı, çorap gibi kişisel eşyalardan bahsediyorum. Kurallar garip garip şekillendirilebiliyor anladığım kadarıyla. 'Bu ne saçmalık' demeyin. Cezaevinde de olsanız, kapitalizmden kaçış yok. Cezaevi de kendi neoliberal ekonomisini yaratmış durumda.

Her tutuklunun haftalık 200 TL harcama limiti bulunuyor. Bunu aşmak yasak. Biz yeni olduğumuz için hiçbir şey bilmiyoruz tabi. Bilmediklerimizin arasında kantin alışverişinin haftada bir gün olduğu kuralı da vardı.

Gardiyan arkadaşları, acil durum zilleri ile zırt pırt çağırıp sürekli sipariş verince, ortaya çıkan görüntü pek hoş olmadı elbet. İlk üç gün idare ettiler sağ olsunlar. En sonunda haftada bir gün alışveriş yapabileceğimizi söylediler. Böylece isteklerimizden kurtuldular. Zaten biz de temel ihtiyaçlarımızı karşılamış olduk bu bilgisizliğimizle.

Akşam sayımları 8'de yine anonsla duyuruluyor. Görevliler, öğlen ve akşam yemek getiriyorlar. Akşam yemeği ile birlikte sabah nevalesi de bırakılıyor.

Bunlar dışında kapımız sadece haftada bir gün olan görüş günlerinde açılacak artık.

Rutini bozan tek şey avukat görüşleri oluyor. Doğrusunu söylemek gerekirse hepimize iyi geliyor. Bir nevi posta güvercini çünkü avukatlarımız.

Ancak gardiyan arkadaşlar bu kadar sık avukat gelmesinden pek hoşnut değiller sanırım. Neredeyse her gün avukat görüşüne çıkıyorum. Avukatlarımın hepsi arkadaşlarım. Ziyaret edip, hal hatır sormaya geliyorlar.

Hatta tanımadığım bir avukat dahi geldi. Tuncay Kılıç adı. Görüş yerine gittiğimde oturuyordu. 'Lanet olsun hafızama, kimdi bu?' diye soruyordum ki, kendisi açıkladı: "Ahmet ağabey, sen beni tanımazsın. Üniversitede öğrenciyken haberlerimizi yapmaya gelirdin. Elinde kameranla seni gördüğümüzde 'derdimizi aktaracak bir gazeteci gelmiş' derdik. Bizim üzerimizde çok emeğin var. Arkadaşlarla konuştuk, davana müdahil olmak istiyoruz" dedi.

Niye içerideyim, çok iyi biliyorum. Tutuklanmamın siyasi olduğunun bilincindeyim. Dokunanın yandığını, yanmayanınsa itibarsızlaştırılmaya, linç edilmeye çalışıldığını görecek kadar keskin gözlerim.

Analitik düşünen ve hiçbir yere ve kimseye angajmanı bulunmayan bir aklım var. Bu ülkeye demokrasinin ne islamofaşist zihniyete sahip AKP'nin sahte özgürlük maskesiyle ne de bulduğu her fırsatta darbe ordunun siyasi uzantısı gibi çalışan CHP'yle gelmeyeceğini biliyorum. MHP ve türevlerini anmaya gerek bile yok.

Kimilerinin bir STK gibi gördüğü malum cemaatin ise pragmatik bir çıkar ilişkisi kurduğu AKP eliyle gerçekleştirdiği bürokratik örgütlenmenin bu ülkeye bir başka vesayet getirdiğini görmek istemeyenlerle tartışmaya girmek dahi istemiyorum. Kendilerine gösterilenle, gerçeğin ne olduğunu görebilmek için önce üzerlerindeki üniformayı çıkarmalarını salık verebilirim o kadar.

Şimdi ben bunları söyledim diye, yazmaya çalıştığım kitapta bunları anlatmak istediğim için cezaevindeyim. Kimsenin kuşkusu olmasın. Velev ki, yanılıyorum. Kuşkularım yersiz, tespitlerim haksız ve yanlış. O zaman 'Ergenekoncu' diye suçlanmam mı gerekiyor?

Kitabımın çok iyi olduğunu iddia etmiyorum. Yazdıklarım ve yaptıklarımı her zaman karşımdakilerin değerlendirmesine önem verecek denli alçakgönüllü birisi olduğum düşünülürdü.

Dedim ya, kitapta öyle 'bomba', 'şok' 'az sonra' gibi nidalarla anlatılacak bir şey yok belki de. Çıkınca göreceksiniz. İyi bir derleme, yerinde bir hafıza tazeleme ve en önemlisi kimi yeni unsurlarıyla 'Ergenekon ve ilintili davalar sürecini bir de bu gözle okuyun' diyebileceğimiz bir kaynak olabilirdi.

Adları Ergenekon'la anılan kimi polis müdürlerinin neden hedef olduğuna ilişkin iddia, tespit ve olaylar anlatılıyordu. Yaşananların polis teşkilatını belli bir zihniyetin ele geçirmeye çalışması olarak yorumlanabilecek kimi olguları sıralıyordum.

En büyük kaynağım ise bizzat Ergenekon dosyalarının delil klasörleriydi. Gazetecilik yapmak, kitap yazmak isteyenler için adeta bir maden olabilecek zenginlikte hem de...

Ben de bunu yaptım. Hata mı yaptım? Benim yanıtım, hayır. Neden mi? Çünkü tutuklandım. Tekrar yapar mıyım? Kesinlikle evet ve yapacağım da.

Mahkeme ifademde de söyledim. Ahmet Şık'ın gazetecilik felsefesinin tek temeli vardır: Görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, konuşamayanın sesi olmak. Hem de bunu taraflı yapar. Ezen ve ezilenin olduğu yerde safım her zaman nettir: Ezilenin yanı. Hem de sıfatına bakmadan.

İktidarı sevmem. Hiçbir güç odağıyla yan yana durmam. İktidarın, güç odaklarının mağdur ettiklerinin yanıdır tarafım. Tam da bu nedenle tutuklandığımı biliyorum. Çünkü gazeteciyim, gazetecilik yaptım.

Esas şimdi görelim gerçekleri. Gün, gerçekleri herkesin anlamasını sağlamaya çalışma günüdür; yazarak, söyleyerek, yeri geldiğinde eylem yaparak...

Bilin ki, ben birileri gibi gazeteci olduğu halde gazetecilik yapmadıkları için değil, gazetecilik yaptığım için tutukluyum.

Alper Ağabeye:
Elbette seni tanıyan biri olarak, kullandığın 'tuhaf' sözcüğünün ne anlama geldiğini biliyorum. Ancak, kamusal alandan hitap ettiğin okurların seni benim kadar yakından tanımıyorlar.

Tam da bu yüzden mahcup bir savunma yaptığını söyledim. Hele ki, siyasetin tedrisatından geçmiş bir medya eleştirmeni olduğunu da düşünürsek, 'Darbe Günlükleri' mevzusunun malum medyada nasıl kullanılabileceğini de tahmin etmiş olmalıydın die düşünüyorum.

Malumu ilan etmeseydin demiyorum. Tam aksine, çok da memnun kaldım, ki bu rahatsızlığımı daha gözaltındayken avukatlarıma dile getirmiştim.

Ama böylesine akıl körü olmuş, saplantıları zihnini çürütmüş yazar, çizer, medyatör takımının olduğu bir ülkede tutuklanmamla ilgili haksızlığı böyle mi dile getirmeliydin diye de düşünmüyor değilim.

Yazdığını bile doğru anlamayan 'alçı kafalı' yazarlar var bu ülkede. Unutun Ahmet Şık'ın Nokta Dergisi'nde çalıştığını. Sadece Ahmet Şık'ın Nokta Dergisi'nin kadrosunda olmasına ihtiyaç hissedilen haberlerine bakın. Meslek namusumun, incitilen onurumun karnesi orada duruyor. Yeter mi?

Kalın sağlıcakla, görüşeceğiz."





Sevgili Rober,
Öncelikle selam ve sevgi. Neredeyse 7 ay sonra bu mektup nereden çıktı diye düşünebilirsin. Haklısın. Nedeni malum. 16 Eylül tarihli Agos’ta yer alan yazın. Cezaevinde 1 hafta gecikmeli olarak elimize ulaştığı için Agos’u henüz dün görebildim. Öncelikle Agos’un yaşadığımız sürece dair takındığı tutum nedeniyle senin şahsında herkese teşekkür ediyorum. Mektubu yazma nedenime gelmeden önce belirtmeliyim ki bu mektubu gazetede yayımlaman ya da birazdan anlatacağım açıklamalara yer vermen için kaleme alıyor değilim. Tek isteğim, üzerime bulaştırılmaya çalışılan Ergenekon çamuruna dair kafanda bir tek soru işareti dahi olmaması. Hem senin, hem Agos’a emek veren, katkı sunan diğer arkadaşların ve okurlarınızın nezdinde istediğim budur. Belki çok abartılı olacak ama Agos’un size olduğu kadar ben ve benim gibi düşünenlere de bir miras olduğunu düşünüyorum. Bu tür cümleler kurarken çok rahatsız olduğumu da bilmeni isterim. Ortalık, Hrant Dink adından nemalanmaya çalışan çakallarla doluyken, böyle ifadelerim nedeniyle o sürüye dahil gibi görünmekten utanırım. Bu konuda söyleyecek, yazacak, konuşacak çok fazla sözüm yok. Ama bu mektubun konusu değil. Olmamalı.
Yazını okudum. Eyvallah. Düşündüğünü eğip bükmeden mertçe ifade etmişsin. Ancak görünen o ki ya kendimi doğru anlatamamışım ya da anlaşılmamışım. Hangi konuda itiraz ettiğim malum. Şimdi sırasıyla açıklayayım:
“İkinci şahısların düştüğü notları içeren versiyonun Ahmet Şık’ın bilgisayarında, notların metne tatbik edilmiş şekilde bulunması, üzerinde düşünülmesi gereken, Yalçın ve Şık arasında bağlantı kurabilecek, yönlendirmeler konusunda soru işareti uyandıracak en ciddi unsur…” demişsin. Gerçi şerhini de düşmüşsün. Ancak bu mesele öyle bir noktaya, bilinçli olarak, öyle bir getirildi ki göründüğü kadarıyla senin açından da bu konu ahlaki ve siyasi bir sorun olarak algılanıyor hissine kapıldım.
Bu soruşturma sırasında yalan beyan diye nitelendirilebilecek hiçbir şey söylemedim. Bugüne dek yaptığım ve söylediğim her şeyin arkasında durdum. Yapmadığım ve söylemediğim hiçbir şeyi sahiplenmedim. Sahiplendiklerimin arasında yüzümü kızartacak olanlar var ise özür dilemesini bildim. Neyse ki bu noktada günahlarımın sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Demem o ki, üzerinde bunca fırtına koparıp beni ırkçı-faşist bir zihniyetin üyesi olarak gösterme çabasının kanıtı olarak sunulmaya çalışılan kitabımla ilgili reddedeceğim, inkar edeceğim tek bir yanlışım yok. Olamaz. Kitabımın taslağının ODA TV’de bulunmasına dair benim yapabileceğim bir açıklama yok. Bu konuda söyleyeceklerim sadece kuşkularımı anlatabilir. Onların içinde de, bu pusuyu kuranların beni bir karanlık tezgahın içinde gösterme gayreti nedeniyle yapılmış bir hile olduğuysa öne çıkan ihtimal. ODA TV ekibinin dile getirdiği bilgisayar korsanlığı iddiaların ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Kaldı ki öyle olmasa bile düşünsel olarak yan yana duramayacağım bu ekiple bir fikir alışverişi kapsamında dahi birlikteliğimiz olamayacağını bilmelisin.
Bu hatırlatmalardan sonra “tutarlılık ve güvenilirlikle ilgili soru” ortaya çıktığı tespitinin çok haksız olduğunu söylememe izin ver. Biraz detaylıca anlatacağım. Kusura kalma. Çünkü öyle karanlık günler yaşıyorum ki söylediğim her şeyin eğilip bükülmesi inan çok yaralayıcı. Savcılık sorgusunda bu notlara ilişkin, sahte kahraman savcı Zekeriya 2 soru yöneltti. Elde yazmak güç, tutanaktan “kes-kopyala-yapıştır” olarak aktarıyorum.
Soruldu     : “000KITAP.docx” isimli word dosyasındaki “İmamın Ordusu” başlıklı kitap çalışmasının içeriğine bakıldığında, değişik yerlerde kırmızı renkle ve büyük harfle yazılmış çeşitli notların bulunduğu, bu notlar içerisinde, “BURADA DGM İDDİANAMESİNDEKİ KASET ÇÖZÜMLERİNİ AYRINTISIYLA GİREBİLİRİZ. BAKACAĞIZ” BURADAN İTİBAREN EMİN ARSLAN OLAYI ARDINDAN MUSTAFA GÜLCÜ VE CELAL UZUNKAYA İLE FARUK ÜNSEL ANLATILACAK.” “KİTABIN İLGİLİ BÖLÜMÜNE NURETTİN VEREN OLAYINI DA EKLERSEK FENA OLMAZ UNUTMA” şeklinde notlar yazılı olduğu görülmüştür.
Bu notları kimler yazmıştır? Bu notların bulunduğu yerlere yapılacak eklemelerle ilgili ne tür çalışmalar yapıldı? Bu çalışmaları kimler yaptı? Bu konuda siz ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?
Cevap: Bu notlar kendi kendime çalışırken benim kendime sorduğum sorulardan oluşmaktadır. Ya da konusu kitabın içerisinde geçecek ayrıntılardan oluşmaktadır. Ben yazdığım notları bazen siliyor, bazen de değiştiriyordum. Bu kitabı tamamen tek başıma yazdım. Ben bu konudaki yazıların Soner Yalçın’ın bilgisayarında çıkan haberlerden öğrendim. Bu konuda Star Gazetesi’nde de haber çıkınca oraya da yazılı bilgi notu gönderdim. Bu notlar benim kendi kendime sorduğum sorular ve notlardır. Herhangi birinin yazması ve yazdırması sonucu oluşmuş değildir, kimseden bu konuda talimat almadım. Bu notlar kitabımın 3 ay önceki haliydi. Ben tahminen Soner Yalçın’ın bilgisayarına da bu bilgilerin Aralık ayında yüklendiğini düşünüyorum. Kendileri bunun bir virüs yoluyla gönderildiğini söylüyorlar. Eylül ayında bu kitap bu kadar yol almış değildi.
Soruldu     : Söz konusu notlar arasında; TURGUT ÖZAL ZAMANINDA BAZI YASAL DEĞİŞİKLİKLER YAPILMIŞTI. EMNİYETTE BİR TAKIM YAPISAL DEĞİŞİKLİKLERE GİDİLEN BU YASALAR VE DÜZENLEMELERLE İLGİNÇ AMAÇ ASKERE DAHA GÜÇLÜ DURACAK SİLAHLI BİR GÜÇ OLAN POLİS TEŞKİLATI YARATMAKTI. SONRA 1995-96 ÇİLLER ZAMANINDA BU DÜZENLEMELER GENİŞLETİLMEK İSTENDİ. HATTA AĞIR SİLAHLAR ALINACAKTI EMNİYETE AMA ORDU KARYI ÇIKTI, HÜKÜMETİ HİZAYA GETİRDİ!!! BU ÇERÇEVEDE AKP ZAMANINDA BU VE BENZERİ MİNVALDE YAPILMIŞ YASAL DÜZENLEME OLMUŞ MU BAKALIM.” Şeklinde notlar olduğu sizinde söz konusu kitabın hazırlanması aşamasında Oda Tv’ye yönelik yapılan operasyonların ardından kitabın basımını hızlandırmaya çalıştığınız ve söz konusu nottaki bölümleri tamamlamak için faaliyetler yürüttüğünüz anlaşılmıştır.
01.03.2011 günü saat: 13.19’da Ahmet ŞIK ile Hasan ÖZDEMİR’in yaptığı telefon görüşmesinde özetle; A. ŞIK’ın “Hasan bey bir ricam olacak daha doğrusu bir yardıma ihtiyacım olacak bir kitap hazırlıyorum da bu kitabın içerisinde bu son silah yasa tasarısını da anlatan bir bölüm de mevcut” “Sizin de muhalefet şerhiniz vardı o yasaya ilişkin basına da bir buçuk yıl önce polise ağır silah alma yetkisi tanıyor diye eleştirisel bir biçimde yansımıştı ama sonradan bazı gazetelerde aslında polisin zaten emniyetin bu tür silah alma yetkisinin bulunduğuna ilişkin bir takım haberler yayınlandı” “Siz eski bir emniyetçisiniz acaba yasa gerçekten eleştirildiği gibi polise yeni ağır silah alma yetkisi tanıyor mu tanımıyor mu benimde kafam karıştı” dediği, H. ÖZDEMİR’in de özetle; “İçişleri komisyonunda onun daha ölçülmesi lazım daha taslak hainde” “Şu anda bir şey söylememiz size çok büyük bir şey getiremeyecek yani… değil” dediği anlaşılmıştır.
Bu görüşmeye bakıldığında kitaba eklenmesi planlanan konularla ilgili çalışma yaptığınız ve bilgi almaya çalıştığınız anlaşılmıştır.
Bu konularla ilgili çalışma yapmanızı kim ya da kimler söyledi? Bu çalışmaları kimlerle birlikte yaptınız?
Cevap: Yukarıdaki notlar benim kitabımla alakalı notlardır, bu notlar da yine benim yazdığım notlardır, bu notlarda Aralık ayına ait notlar olabilir. Kitabımda yer vermek istediğim konulardan biri de buydu. Görüşmemle alakalı MHP Milletvekili Eski Emniyet Müdürü Hasan Özdemir’in silah tasarısı kanunuyla alakalı bir muhalefetini gördüm. Bu konuyu en iyi onun bilebileceğini düşündüğümden bu konuda bilgi alma amacıyla bir soru sordum, ancak yeterli cevabı alamadım.
Savcıya da söylediğim gibi bu notlar, hatırlatmalar, sorular kitabı çalışırken kendi kendime uyarı mahiyetinde yazdıklarımdır. Reddedeceğim, inkar yoluna gitmemi gerektirecek ya da suç unsuruymuş gibi sunulmasının bile abes olduğu konular değildi. Ancak sahte kahraman savcının yaptığı oyun, kurduğu plan sonradan ortaya çıktı. Maalesef ki sen bile bu tuzağa düşmüş görünüyorsun. Haber kaynağımın düzeltmelerini içeren notları da kastediyormuş savcı. Ama benim bunu anlamam için, affedersin, müneccim boku yemiş olmam gerekmez mi? Eğer ki o konu hakkında da soru sorulacaksa tıpkı yukarıdaki örneklerde olduğu gibi tek tek anlatarak soru haline getirilmemiş olmasının değerlendirmesini sana bırakıyorum. Bana sorarsan bu yapılanın adı p......tur. [bir dava konusu olmaması için buradaki kelimeyi çıkarıyoruz – Agos] Beni zor duruma düşürmek amaçlı, yaptığı hukuksuzluğu gizlemeye niyetli bir alçak plandır. İşte soruşturma böyle yürütülüyor.

“Taslaktaki notların Ergenekon’un notları olduğu, senin ise savcılık sorgunda notların hepsini sahiplendiğin iddia ediliyor. Bu konuda ne diyorsun?
Savcılıkta bana “bu notlar sana mı ait” diye sorularak sadece iki-üç cümle okundu. Onlar aynen benim notlarımdı. Bana başka not okunmadı. Bana okunmayan bir şeyi sahiplenmemin mümkün olmadığı ortada. Bilgim ve rızam dışında Odatv’ye gönderilen ya da oradaki bilgisayara “konulan” nüshada yer alan notlar savcı ya da hakim tarafından bana sorulmadı. Bunları şimdi tutuklanmamdan üç hafta sonra, gazetelerde görüyorum. Savcılıkta bunlar bana sorulsaydı vereceğim cevabı şimdi size veriyorum: O notlar haber kaynaklarımdan birinin, bana aktardığı bilgileri çek etmesi için kendisine verdiğim nüsha üzerine aldığı notlardır. Bir röportajın muhabir tarafından muhatabına kontrol ettirilmesinden hiçbir farkı yoktur. Kitabımın taslağı üzerinden bana metnin ilgili bölümlerine işlenerek gönderilen görüş ve önerilere tümüyle kitapta yer vereceğimi nasıl söyleyebilirler? Not olarak gönderilmiş öneriler ve görüşleri zaten kabul etmem, benimsemem mümkün değildi. Ama, tarih yanlışları vb. maddî hataları, hakaret teşkil edebilecek kısımları düzeltecektim. Demin de söyledim, yineleyeceğim: Bu notlardan sadece kitabın dokusuna, yani gazetecilik faaliyetlerime uygun olanları dikkate aldım, kişisel görüş içeren notları ise kullanmadım. Kitap ortaya çıktığında bu durum kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kaynaklarımın kimler olduğunu ise basın meslek kurallarına rivayet ederek saklayacağım.”

Yan taraftaki küpur [Yani yukarıdaki alıntı - Agos] ise Express’teki  röportajın, yazında atıf yaptığın ilgili bölümü. Aslında yeterince açıklayıcı olduğunu sanıyordum. Ama değilmiş. Yazından öyle anlaşılıyor. Yani ortada ifade farklılığı filan yok. Beni hedefine koyanlarla aynı zihniyetten devşirme yorumların ortaya atıldığı bu komik ve kötü niyetli iddialara dayanarak kuşku belirtmen gerçekten yaralayıcı. Aslında yapılması gereken gerçekten çok basit; iddianameyi eleştirel bir gözle yeniden okumak. Kitabıma ilişkin taslakları yeniden okumak. Haber kaynağımın “örgüt talimatı, yönlendirme” gibi abes nitelemelere maruz kalan notlarını yeniden okumak. Daha önemlisi, o notlarla kitabın son halini karşılaştırmak. Bu dediğimi gazeteci arkadaşım Timur Soykan benim için yaptı. Malum, kendi kitabıma da o kitapla ilgili polisin hazırladığı inceleme tutanağına da cezaevinde erişmeme imkân tanınmadı. Polis inceleme tutanağının da, bizzat kitap konusu ettiğim  cemaatin parçası olduğunun şifrelerini hazırladığı rapordan görmek mümkün. Taraflı, çarpıtılmış, yalanlarla dolu bu raporu yazanın görevi kötüye kullanmaktan mahkemeleri yanıltmaktan yargılanması için elimden geleni de yapacağım. Timur’a söylersen hazırladığı metni sana gönderir. Biraz uzunca ama sabır gösterirsen aydınlatıcı olacağını söyleyebilirim. Timur’un “raporunun” sonuç bölümünde yazdığını seninle paylaşmak isterim: “Polis inceleme tutanağının incelemeye alınan bölümünde 49 madde vardır. Bu notlardan 4 tanesinin Ahmet Şık tarafından kırmızı renkle ve büyük harflerle alındığı açıktır. Geriye kalan 45 notun içerikleri polisin iddialarının dayanaktan yoksun olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.  45 notun 13 tanesi Ahmet Şık tarafından dikkate alınmamıştır. Bu notlar haber kaynağının düzeltmesi, varsa ek bilgilerini paylaşması için kendisine gönderilen kitap taslağının içeriğine yönelik önerilerdir. Bu notların dikkate alınmaması bile kitabın bir yönlendirmeyle yazıldığı  iddialarını çürütmek için yeterlidir. Geriye kalan 32 notun 18 tanesi hata düzeltmedir. Bu düzeltmelerin çoğu, “Mehmet Ağar o dönemde görevli değildi”, “İbni Erken değil, İbni Erkam olmalı” vs. gibi çok basit düzeltmelerdir. Ancak bunlar bile polis raporunda  “yönlendirme”, “kitabı Ergenekon mensuplarının yazdığı delili” olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Geriye kalan 14 notun 9’u bilgi içermektedir. Ayrıca yine bilgi içeren ve yazar tarafından kitapta yer verilmeyen yani dikkate alınmayan 5 not daha vardır.  Ahmet Şık’ın haber kaynağı emniyet içinde uzun bir döneme tanıklık etmiştir. Dikkate alınan 9 nottan 7’si, 1999’da Cevdet Saral ve ekibinin telekulak skandalı ve o dönem F. Gülen cemaati hakkında yürütülen soruşturmanın  zaaflarıyla ilgilidir. Bir not Şemdinli olayı, bir not Türkbank yolsuzluğu ve 3 not Ergenekon soruşturması konusundadır.”

Timur’un  yazdıklarını taraflı bulabilirsin. Tavsiyem hazırladığı raporun tamamını okuman ve kendi değerlendirmeni yapman. İşin gerçeğine kendi doğrularınla ulaşman. Yani ortada, “ifade farklılıklarından dolayı bir şüphe” yok, “üstten bir ton taşıyan notların” açıklanması Timur’un hazırladığı raporda. Oku, kendi gözlerinle görüp kendi aklınla değerlendir. Dolayısıyla notların sahibinin açıklanmasının siyasi ve etik olarak getirdiği bir yükümlülük yok. Aksine, hedefine koyduğu her kişiyi cezaevine atmaya yeminli bir çete ortalığı yakıp yıkarken kaynaklarımızı açıklamamak kendi payıma meslek namusum adına bir borçtur. O notların sahibi Ergenekoncu mu?  Bana sorarsan değil. Ama ucu cemaate dokunan, yaşanan hukuksuzluk ve aksaklıkları dile getiren herkesin Ergenekoncu, Devrimci Karargahçı, vs. ilan edilip cezaevine atıldığı şu günlerde bana bu tuzağı kuranlar haber kaynağımın Ergenekoncu gibi bir suçlamayla şüpheli olmasını istiyor. En kolay yapışan çamur bu çünkü. Sorgulayan da yok zaten. Şüphelenenlerse estirilen kötü havanın nemine maruz kalıyor.
Bir hayli uzun oldu. Affet. Ama dedim ya, ağzımdan çıkan, kalemimden dökülen her bir sözcüğün paranoyak bir zihniyetle didiklenmesinden bu konuyu uzatmam. Umarım anlattıklarım yeterli olmuştur. Yanıtlayamayacağım hiç bir soru olmadığından emin olabilirsin. Çünkü başımı öne eğecek hiçbir ilişki içinde olmadım. Açıklayamayacağım bir şey yok.
Keşke bana, bizlere yönelik bu kuşkuların küçücük bir kısmı hakkımıza yöneltilen suçlamalara, soruşturmalara, yürütülüş biçimine, bu tezgahta görev alan kamu görevlilerine yönelik olarak da dile getirilirse. İnan bana ortada çok basit yazılmış bir senaryo var. Uygulamasında titiz çalışılmış görünse de çok fazla iz bırakılmış. Görmek isteyenler için çok açık biçimde ortada duruyor. Bu kuşkularımı Odatv ekibi için de paylaştığımı söylemeliyim. Hem de üzülerek yaptıkları korkunç yayıncılığın, ırkçı, faşist, seksist, terbiyesiz dillerinin böyle saçma bir soruşturmaya konu edilmesi sahip oldukları zihniyeti taraftarları nezdinde güçlendirmekten başka bir işe yaramayacak. İtibarsızlaştırılıp, değersizleştirilmesi gereken bu insanlar ve zihniyeti böyle tuzaklar yüzünden önem kazanmış olacak.
Adamlara ilişkin delil diye sunulanlar içerikleri değil başlıkları örneklenen 200’ün üzerinde haber-yorum. İddianamenin tamamında 14 sanık için 247 telefon konuşması, 40 civarında e-posta var.  Bir basılamamış bir de yasal olarak satışı yapılan iki kitap. Tüm deliller bunlar. Suça konu word belleklerinin samimiliği ise ayrı bir tartışma konusu. Sahte olduklarını düşünmem bir yana, içlerinde anlatılanların suç  içerip içermemesine dair  bir gözle okumanı da öneririm.  Her belgenin içerisine uygun telefon konuşmaları olması ne kadar büyük tesadüf olsa gerek. Dinlendiği bilinen telefondan yapılan görüşmelerin “örgüt dökümanı” altında karşımıza çıkıyor olması kuşkulu değil mi. İsmi geçenlerin adeta suçlanmasının yolu açılsın diye neredeyse vatandaşlık numaralarını dahi belirtecek bir açıklıkta dile getirilmesi gizliliğin ön kabul ve şart olduğu bir illegal yapılanma için fazlasıyla şeffaf durmuyor mu? Soruları çoğaltmak mümkün. Ama şimdilik gerek yok. Bu uzun mektubu sadece bilgi vermek amacıyla yazdım. Başka bir şey gelmesin aklına. Buraya kadar sabredip okuduysan eyvallah, sağ olasın. Herkese çokça selam. Yüreğine doldurabildiğince sevgi.  Eğer istiyorlarsa elbette. Hoşça kal.



Söz Bitti! - 18 Mart 2011

Benim açımdan bu süreci başlatan olay Hanefi Avcı'nın o çok ses getiren kitabını okumamdan sonra oldu. 2010 yazının sonuydu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, aklıma eski İstihbarat Daire Başkanı (İDB) Sabri Uzun'un Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı'nın köşesinde yayınlanan bir mektubu sonrası yaptığımız telefon konuşması geldi. Uzun, o mektupta, görevden alınmasına yol açan Şemdinli olaylarıyla ilgili meşhur bilgi notunu kendisinin yazmadığını söylüyordu.

Uzun'un söylediği daha önemli şeyler de vardı: 'Ergenekon denilen örgüt ilk kez 2001 yılında karşıma çıktı. Sonra 2006'da bir kez daha karşımdaydı.' Kanımca bu çok önemli ifadeler, ilginçtir, medyada karşılığını bulmadı.

Merakla Uzun'un ne demek istediğini öğrenmeye çalıştığımda bana, 'Devlet memuru terbiyesi almış bir kişi olarak bir gazeteciye açıklama yapmayacağını' söyledi.

Ne zaman başlamıştı Ergenekon denilen 'derin devlet' soruşturması? 2007. Uzun ne diyordu: İlk kez 2001 sonra da 2006'da karşılaştım. Bir gariplik olduğu ortadaydı. Ama adına şimdi Ergenekon denilen derin devlet olgusunun geçmişi neredeyse 60 yıllıktı bu ülkede. Biliyordum. Hatta Ergenekon adını ilk duyanlardan biri de benim. Anlatayım:

2003 ya da 2004 yılıydı, şu anda anımsamıyorum. O dönemde Radikal Gazetesi'nde muhabir olarak çalışıyordum. AKP iktidarı sonrası malum cemaatin, internetin olanaklarını kullanarak ve kendilerini gizleyerek, orduya 'açıktan' savaş başlattığı günlerdi. Bu savaşın mevzilerinden biri de 'aloihbar.org' isminde bir internet sitesiydi. Zaman zaman ne yazıyorlar diye girip baktığım ve kimi zaman haber yapacak konular bulacağımı düşündüğüm bir mecraydı. Genellikle TSK içindeki yolsuzluklar ve usulsüzlüklere yer verilir, kimi iddialar sıralanırdı. Benzer haber ve iddiaları dile getiren sitelerden biri de 'yolsuzluk.org'tu (adı sıklıkla değişiyordu).

'aloihbar.org'da bir gün ilginç bir belge yayınlandı. Birkaç yıl sonra tüm Türkiye'yi örümcek ağı gibi kuşatan soruşturma ve davalar zincirinin önemli yapı taşlarından birini oluşturan 'Ergenekon lobi' adlı belgeydi bu.

Ergenekon davalarında da örgütün temel dokumanı diye anılan ve Türkiye derin devletinin yeni stratejisinin dayandığı belge diye duyuruluyordu yanılmıyorsam. Dudak uçuklatan iddialar vardı. Hemen bir çıktı alarak yayın yönetmeni İsmet Berkan'ın odasına daldım. 'Ağabey ilginç bir dokuman var. Bana haber yapabilirmişiz gibi geldi. Sen de bir oku konuşalım' dedim. Bir süre sonra İsmet çağırdı ve 'Saçma sapan şeyler bunlar, doğruluğundan bile emin olamayız. Sitenin reklamını yapmayalım' dedi. Şaşırmıştım. Haber yapabileceğimizi söylesem de İsmet'i ikna edemedim.

Kısa bir zaman sonraysa Fehmi Koru'nun köşesinde yer aldı iddialar. Oradan yola çıkarak da Aksiyon Dergisi'nin kapağına taşındı. Sonra da unutuldu. Kimse üzerinde bile durmamıştı. Çünkü AKP hükümetteydi ama iktidar değildi. O yıllarda atlanılan iddialar, 2-3 yıl sonraysa, şimdi beni bile cezaevine gönderen bir soruşturma zincirinin en önemli halkasını teşkil etti.

Soruşturma ilk başladığında çok heyecan vericiydi. Açıkçası Veli Küçük'ün tutuklandığı günden itibaren, kışlanın kapısına geldikten sonra üzeri örtülen Susurluk'un asker ayağının soruşturulduğuna dair bir inanç bile oluşmuştu bende.

Her neyse, konumuza dönelim. Beni demir parmaklıklar ardına gönderen süreç Hanefi Avcı'nın kitabıyla başlamıştı.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra Hanefi Bey'i aradım. Kendisinin işkenceci geçmişi ve Susurluk kahramanı olduğu günlerde yaptığım iki ayrı haber nedeniyle tanışmıştık. Zaten bu olaydan sonra da hiç yüz yüze gelmişliğimiz olmadı. Zaman zaman telefonla hal hatır sorulan bir ilişkiydi. Kitabın cemaat kısmının çok içeriden bir sistem eleştirisi olduğunu söyledim kendisine.

Ancak ilk bölümde yer alan Danıştay ve Hrant Dink suikastına bakış açısının eleştirileceğini de belirttim. Sıradan bir polis gözüyle yapılmış değerlendirmeler içerdiğini, meselenin eldeki sanıklardan öte gidilmemesini olumlayan bir bakış açısı olduğunu söyledim. Bir de işkenceci geçmişiyle yüzleşmemesinin en büyük eksiklik olduğunu anlattığımda bana, 'Bu kitabın konusu o değildi, işkence başlı başına bir kitap konusu olur. Devletin bizi nasıl eğittiğini, sistemin nasıl koruduğunu ve benim geldiğim noktayı anlatmak isterim. Keşke birisi kitap kalınlığında söyleşi yapsa benimle' dedi.

Yıllar yılı mağdurların anlattıklarından, acı dolu öykülerinden oluşan haberlerimin gizli öznesi karşımdaydı ve hep yapmak istediğim bir söyleşinin olabileceğinin işaretini veriyordu.  Hemen 'O söyleşiyi ben yapmaya hazırım' dedim. Avcı, olabileceğini söyledi. Çok heyecanlıydım. Kendisine aynı zamanda kitabıyla ilgili kopan fırtınada ilk darbeyi, işkenceciliğini gizlemekten vuracaklarını da söylemiştim. Gerçekten de oldu. Önce Taraf Gazetesi'nde ardından da malum medyada haberler ardı ardına patladı.  Hepsinin referans aldığı haberin altında imzam vardı.

İnsan hele de tüm mesleki geçmişini hak odaklı habercilik üzerine kuran bir gazeteci böyle bir haberin Türk İslam geleneğinden gelen, devletçi muhafazakar gazetelerde bile böylesine büyük kullanılmasından mutlu olmaz mı? Ben olmadım. Çünkü tartışacağımız daha önemli bir konunun üzerini örtme gayretinden başka bir şey değildi. Elbette işkence hala bir sorun ve en az Avcı'nın iddiaları kadar önemli ama şimdi onu değil, kurulmaya çalışılan polis vesayetini tartışmak daha öncelikliydi. Tam da bu yapılmasın diye Avcı'nın kirli geçmişi önümüze konuluyordu.

Kitabın içinde yer alan onca önemli konu, bu tür haberlerle tartışılmadı bile. Tartışılıyormuş gibi yapılan TV programlarında ve gazetelerde, işkenceci ve infazcı bir polis olduğu vurgusu işlendi hep.

Bir dönemin 'altın çocuğu', kendisini tanrılar katına çıkaranlar tarafından tukaka edilivermişti. Öyle ki, dile getirdiği iddiaların doğru olup olmadığı tartışılmadı bile. Kısa süre sonra da, Avcı tıpkı kendinden öncekiler ve sonrakilere olduğu gibi önce Devrimci Karargâh sonra da Ergenekon torbasına tıkılıp cezaevine gönderildi.

İşte o süreçte, Avcı'ya kitabında değindiği ve Emniyet'teki cemaat yapılanmasının kurbanı olduğunu öne sürdüğü polislerin dava dosyaları üzerinden hikayelerini anlatan bir kitap projesini hayata geçirmek istediğimi söyledim. Amacım özellikle Ergenekon soruşturması ve Hrant Dink suikastındaki gizlenmeye çalışılan rolü (ihmal iddiaları) ile iyice ayyuka çıkan polis içindeki cemaatçi yapıyı anlatabilmekti. Kendisinden, söz konusu polislerin avukatlarının bazılarının telefonlarını aldım, diğerlerini de kendim buldum.

O süreçte daha sık telefonlaştığım isimlerden biri de Sabri Uzun'du. Ona da meramımı dile getirdim ve kendisinin de İDB görevinden alınmasında cemaatin parmağı olabileceği kuşkumdan hareketle kitabımda hikayesine yer vermek istediğimi söyledim. Emekli olana dek hiçbir gazeteciye bir şey anlatmayacağını tekrarladı. Ama istersem hikayesine kitabımda yer verebileceğimi de söyledi.

Konuyla ilgili en önemli kaynağım bir gazeteci için maden olan Ergenekon soruşturmasının delil klasörleriydi.

Zaten Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte kaleme aldığımız 'Kırk Katır Kırk Satır' serisini çalışırken hayli incelemiştim dosyaları. Her bir belgeyi tek tek okudum desem abartılı olmaz. 1. Ergenekon iddianamesinin 41. delil klasörü emniyet içindeki cemaatçi kadrolaşmaya ilişkin hayli ipucu veriyordu. Ergün Poyraz'da ele geçirilen belgelerden oluşan bu klasörlerde polis içindeki cemaatçi kadrolaşmaya ilişkin yürütülen müfettiş soruşturmalarının belgeleri yer alıyordu.

Bir diğer önemli kaynak ise elbette ki, Avcı'nın kitabında kısaca öykülerine değinilen polis müdürlerinin görevlerinden alınışlarına ilişkin olaylardı.

Bunlardan biri de, kitabımda da ayrıntılı olarak yer verdiğim ve bir komplo olduğundan kuşkum olmayan Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Aslan'ın tutuklanmasıydı. Aslan'la birlikte iki polis müdürü daha, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral da görevlerinden olmuştu.

Aslan'la da temas kurdum. Dava dosyalarını istedim. Her bir belgeyi gönderdiler. Birkaç kez yüz yüze de görüştüm ve hikâyelerini kendi ağzından da dinleme olanağım oldu. O kadar garip haberler çıkmış ve çıkıyordu ki, emin olamıyordum. Hatta gönderdikleri belgelerden önce haklarında düzenlenen iddianameyi okuduğumda suçlu olduklarına ikna olmuştum. Kendi kendime bu hikâyeye kitabımda yer vermemem gerektiğini düşündüm. Ancak dosyanın geri kalanını ve savunmaları okuduğumda ise kafam netleşmişti. Aslan ve diğer emniyet müdürlerinin hikâyesi, başlı başına bir kitap olabilirdi. Binlerce sayfa evrak elimden geçmişti ve hikâye gayet netti.

Derken diğer emniyet müdürleri Faruk Ünsal (Sakarya), Celal Uzunkaya ve Mustafa Gök'ün (İzmir) de dosyalarını almak için kendilerine bir aracı vasıtasıyla haber gönderdim. Başta olumlu bir yaklaşım sergileyen bu polis müdürleri, sonra benimle konuşmaktan vazgeçtiler. Elimde sadece medyada çıkan haberler vardı ve o haliyle kitabımda yer vermem mümkün değildi.

Elbette kitapta anlatılan olayların arasında Sabri Uzun'un başına örülen çoraplar da vardı. Bunları anlatabilmek için Uzun'la sık sık görüşmelerim oldu. Kimi kaynaklara ulaşmak için yardım istediğim de oldu. Kimisini karşıladı, kimisini de uygun bir dille reddetti. Her seferinde devlet memuru olduğunun altını da ısrarla çizdi. Ama gel gör ki, şimdi yazdığım kitabın Sabri Uzun'un imzasıyla çıkartılacağı ve bunun da Ergenekon'un talimatıyla yaptırıldığı gibi bir deli saçması iddiayla içerideyim.

Mahkemede de dile getirdim ama duyulmak istenmedi. Ahmet Şık ne kimsenin emeğinin hakkını yer ne de kimsenin emeğinin hakkını yemesine izin verir. Yani üzerinde aylarca çalıştığım, ailemi bu nedenle ihmal ettiğim, salt kendi emeğimden oluşan bir kitaba neden Sabri Uzun'un imzasını atayım. Hadi bunu geçtim. Tüm ömrü hayatını Ergenekonvari derin yapıları ve yarattıkları acıları anlatmak ve aydınlatmak için geçirmeye çalışan, aldıkları canların hesabını vermesi için uğraşan ben, bir de bu örgütün üyesi olmakla suçlanıyorum. En kibarından deli saçması diyebildim.

Gözaltına alınıp ardından tutuklanmamla başlayan süreçte yapılan kimi yorumları görünce daha bir öfkeleniyordum. Benim adım üzerinden Ergenekon davasının sulandırılacağı ve bunun da bizzat örgüt talimatıyla yapıldığı söyleniyordu. 'Ulusal Medya 2010' adı verilen ve dosyanın sanığı olmama karşın halen göremediğim bu belgeye dayanılarak yapılıyordu bu yorumlar. Benim tutuklanmamla Ergenekon soruşturmalarının gidişatının tehlikeye düştüğü doğrudur. Sulandırmak hafif kalıyor çünkü. Ancak bu kararı veren, hayata geçirmeye çabalayan savcılık ve polistir.

Oda TV baskınından kısa süre sonra çıkan haberlerle adım soruşturmaya karıştırıldığında endişelendim. Çıkan saçma bilgi notu bir yana üzerinde çalıştığım kitabım da Oda TV'nin bilgisayarındaydı. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir yazı yazmıştım; tekrara gerek yok. Neyse, adımın Oda TV soruşturmasında geçmesiyle, kitabımın içinde yer alan bir bölümün, 'Dokunan yanar' isimli kısmın öznelerinden biri olabileceğim aklıma geldi. Ama yine de ciddiye almadım. Böyle saçmalık mı olurdu ama oldu. İnsan tutuklanınca düşünecek zamanı çok oluyor. Ben de öyle yaptım.

Bu soruşturmaya 18 Şubat'ta Hürriyet Gazetesi'nde çıkan bir haberle adımın bulaştığını öğrendim. 3 Mart'ta ise gözaltına alındım. Peki, savcılık ve elbet polis beni gözaltına almak için neden operasyonun yapıldığı 14 Şubat'tan sonra 18 gün bekledi? Çünkü, tek istedikleri Oda TV'den birilerine telefon açmamdı. Her şeyden önce, oradan kimseyi tanımıyorum. Öte yandan oraya ne diyeceğim ki?

Yazdığım yazıda da soruyorum zaten: "Bitmeyen kitabın Oda TV bilgisayarında ne işi var?" diye. Bunun yanıtını verecek olanlar elbette soruşturmayı yürütenlerin kendisiydi. Elbette o kitap taslağını kendileri bilgisayarlara yüklemediyse ki kanaatim o yönde. Adımın bu soruşturmaya dahil edilmesinin tek nedeni üzerinde çalıştığım kitaptı. Aksini iddia edenlerle de tartışırım. Başta savcılık makamıyla sonra böyle bir davada sanık olmama karşın şu ana dek bana sunulmuş değil. Nedir elinizdeki deliller açıklayın.

Her neyse, dediğim gibi telefon açmam beklendi ama iyi ki gerek duymamışım aramaya. Eğer böyle yapsaydım malum medyada şişirme haberden geçilmeyecekti. Aramızda telefon irtibatı kurulsaydı soruşturmanın en büyük delili olacaktı sanırım. Baktılar olmuyor üstüne bir de meseleyi kurcalayalım, operasyonu başlatalım dediler. Bunda verilen gözdağına rağmen kitabı yayımlatmak istememdeki ısrar da etkili oldu eminim.

Avukatım Fikret ağabeyin de önerisiyle kitap üzerindeki şaibenin kalkması için bir önsöz yayımlansın istiyordum. Birkaç eksiği vardı. Birisi polise ağır silah alma yetkisi tanıyan ve 1 Ocak 2011 günü yapılan mevzuat değişikliğiyle ilgiliydi. Bu değişiklikle "93.01" kodla belirtilen kapsamdaki silahları polis alabilecekti. Nedir bu "93.01" diye öğrenmeye çalışıyordum. Tank mı, top mu, tüfek mi? Bu kapsamdaydı. Yoksa aslı astarı yok muydu? Hala da merak içindeyim, hangi silahlar bu kapsamda. (Gazeteciler bir araştırsanız şu mevzuyu; bakalım ne çıkacak?)

Diğer eksik ise şu sıralar yakınımda bir başka cezaevinde bulunan Hanefi Avcı'ya gönderdiğim soruların yanıtlarıydı. Önce avukatı aracılığıyla gönderdiğim sorulara Avcı yanıt vereceğini söylemişti. Baştan muhalefet şerhi koymuştur ama. Çünkü sorularımın arasında işkenceci olduğu dönemi de kapsayanları vardı. Susurluk döneminde anlattıklarının arasında eksik bıraktıkları var mıydı? Medyada anlatılan yargısız infaz iddialarından tutun da Hizbullahçılar ya da PKK ittifakçılarıyla kurduğu ilişkilere dek bir dolu soru. Elbette ki kendisini cezaevine götüren süreçteki polis içindeki cemaat yapılanması iddiaları da...

"Yanlış sorular var" diyerek soruların bazılarından rahatsız olduğunu dile getirmişti. Bunu söyleyen aracıya dediğimi buraya da aktarıyorum: "Ben Avcı'nın cezaevinde haksız tutulduğuna inanıyorum. Ama amacım Avcı'yı ne aklamaya çalışmak ne de birilerinin yaptığı gibi körü körüne suçlamak. Sadece olguları ve olayları anlatıyorum. Bu sorular da o sürecin bir parçası ve yanıtlanmaya muhtaç. "İstemiyorsa yanıtlamasın."

Bana yanıtlayacağı bilgisi gelince de Silivri Cezaevi'ne faks yoluyla sorularımı gönderdim. Cezaevi savcılığı da görsün diye. Ben tutuklanana dek yanıtları gelmemişti. Yanıtlar geldiğinde onları da kitaba ekleyip basacaktık. Ama saçma bir şekilde soruşturmaya dahil edilince beklemeden kitabı basmak istedim. Hatta Avcı'dan yanıtlar gelirse sonraki baskılarda yer vereceğimize dair bir not bile yazmıştım. Olmadı. Tutuklandım.

3 Mart sabahı saat 07.00 sıralarında önce Pablo'nun havlaması duyuldu. Ki, inanın hiç havlamaz. O da biliyor kimin iyi niyetli olup olmadığını. Hemen ardından zil çaldı. Mercekten baktığımda polisleri gördüm. Kapıyı aralayıp üzerimi giyinmem gerektiğini söyledim. Kapıyı kapatmama izin vermediler. Yonca da uyanmıştı. Ardından kızım uyandı. Hepimiz anladık neden geldiklerini. Polislere, "Kızım küçük, yanında tatsızlık olmasın" diyebildim. Ardından da avukatım gelene dek aramaya izin vermeyeceğimi söyledim. Elbet uydular isteklere. Sonrası malum. 6 saat süren arama, evimizin talan edilmesi, akla ziyan bir şekilde her şeye el konulması. Aramalara tanıklık eden Salih Bey bana sürekli "Ahmet bey, bunlar ne arıyor?" diye soruyordu. Ben de bilmiyordum ki. Aslında biliyordum da bunu Salih Bey'e nasıl anlatacaktım o hengâmede.

Her neyse sonrasını biliyorsunuz. 3 gün gözaltı ardından gelen tutukluluk.

Kafama takıyor muyum? Hayır. Bunu bekliyordum ve göze almıştım. Üzerinde çalıştığım kitabın konusunu duyan herkes "Seni de yakında alırlar" diye şaka yapıyorlardı. İlk başta ciddiye almadığım bu şaka medya eliyle de gerçek oldu. Şaşkınım sadece. Ben ve Ergenekon. Ya da adlarını burada sayamayacağım ama sizlerin ya da beni tanıyanların tahmin edeceği isimler ve adımın yan yana yazılması. Bu şaka değil kabus olabilir ancak. Karabasan gibi adeta. Ama oldu işte. En kötüsü de kendilerini gazeteci sanan kimselerin ya da selamlaşmadığım yazarların bile beni nasıl Ergenekoncu olduğumu kanıtlama gayretleriydi. İçlerinde beni tanıyanlar da vardı elbet. Biriyle aramızda geçen konuşmayı yazmadan edemeyeceğim. Kusura bakmasın.

Muhabirlik yaptığı dönemden tanıdığım Adem Yavuz Arslan aynı zamanda arkadaşım. Farklı ideolojik kamplarda olsak da o beni bilir ben de onu. Hatta muhabirken çok da cevval bulurdum kendisini. Ama gel gör ki, Bugün gazetesinin Ankara temsilcisi oldu. Neyse onun tercihidir. Oda TV baskınından sonra adımın da geçtiği garabet bilgi notunu köşesine taşıyıp ahkâm kesmiştir. Kendisini aradım. Telefonu kapalı idi. Sonra o beni aradı. Kendisine kızgın olduğumu, o saçma bilgi notunu köşesine taşıyıp beni de suçlu göstermeye çalışmasının doğru olmadığını söyledim. Beni tanıyan biri olarak bu adamlarla beni yan yana düşünebilir misin dedim. "Hayır" dedi. Peki, o yazıyı yazmadan önce beni arayıp görüşümü sorman gerekmez miydi diye sordum. Yanıt veremedi. Sadece "Ama adını yazmadım ki" diyebildi. Benimle ilgili her detayı yaz sonra adını vermedim diye savunma yap. İş mi şimdi bu?

Kendisine bu yapılanın bir itibarsızlaştırma ve karalama operasyonu olduğunu, daha önce de benzer örneklerin yaşandığını anımsattım ve sordum: "Ergenekon şüpheli ya da sanıklarının hepsinin üzerine atılı suçların doğru olduğunu düşünüyor musun?". "Hayır! Bunu söyleyemem, kurunun yanında yaşlar da var" dedi. Sonra da o gece TV programı olduğunu ve hakkımda çıkan yazıyla ilgili bir şeyler dile getireceğini anlattı. "Gazetede de yaz" dedim ama bunu yapmadı. 3 Mart'tan sonra da ne yazdı, hala görebilmiş değilim. Ama bir operasyonun parçası olduğunu söyleyebilirim. Hem Ergenekon'un tüm sanıklarının suçlu olmadığını düşünüyorum diyeceksin hem de bunu dile getirmeyeceksin, ne gazetecilik ama. Sonra da aynı zihniyetin gazetecileri benim yaptığımın gazetecilik olmadığını iddia edecekler. Ne güzel senaryo değil mi?

Yeterince uzun oldu. Beni cezaevine getiren süreç üç aşağı beş yukarı böyleydi. Okuyun, siz karar verin. Ben artık ne diyeceğimi bilemez haldeyim. Zaten artık söz bitti!!!"



Cezaevinin 'Don'la İmtihanı - 25 Ağustos 2011

Geçen Pazartesi (8 Ağustos) kalabalık bir grup CHP'li milletvekili ziyaretimize geldi. Bir kez daha buradan da teşekkür edeyim. Görüşmemiz sırasında dile getirdiğim cezaevi koşullarına ilişkin sorunlar birkaç gazetede yayımlandı. Her birinde farklı anlamlar taşıyacak şekilde yer almıştı haber. Ben de birinci elden doğrusunu anlatmak üzere bu yazıyı kaleme almak istedim.

Tutukluluğumuzun üzerinden beş aydan fazla zaman geçti. Bu satırlar yazıldığında 160 gün olmuştu. Yazarken kolay da, içerideyken hem de polis, savcı, hâkimler ve elbette ki malum medyanın rol aldığı bir pusu ve komplo ile haksız, hukuksuz biçimde içerideyseniz o kadar kolay geçmiyor günler. Elbette bu durumu ağırlaştıran unsurlarla beraber düşünüldüğünde işler çok daha zorlaşıyor.

Önce başlıkta yer alanla başlayalım. Hangi yasal hüküm ya da mevzuata dayalı olduğunu bir türlü öğrenemediğim bir kural var: "Cezaevi kantininde satılan ürünlerin dışarıdan getirilmesi yasak". Cezaevi idaresine iki kez dilekçe verip yazılı yanıt istememe karşın bu hükmün yasal dayanağını öğrenmem mümkün olmadı. Herhangi bir yanıt verme gereği dahi duyulmadı. Hatta idarecilerden biri "unut o dilekçeleri" dahi dedi.

İşte yasal dayanağını bilmediğim bu "kural" uyarınca iç çamaşırı, çorap, havlu gibi kişisel eşyalarım cezaevine alınmıyor. Kantin de satılanların alınması zorunluymuş. Cezaevi değil sanki alışveriş merkezi. Biz de öyle yaptık. Ayaklarımızda mantar oluşturan naylon çoraplar, sürekli kaşındıran külotlar ve kurulama özelliği barındırmayan havlular satın aldık. Kısa süre sonra da bu ürünleri kullanmamız sonucunda oluşan rahatsızlıkları tedavi için cezaevi revirinden verilen ilaçları. Bu ilaçları düzenli olarak kullanıyorum şimdi.

Bu don sorunsalıyla ilgili bir başka mevzu ise spor yaparken şort kullanmak istememizle ilgili. Yanıt standart: YASAK. Dizimize dek uzanan kapri pantolonlarla havalandırmada spor yapıyor, her biri 45 dakikadan ayda 3 kez halı sahada koşturuyoruz. Her akşam yıkaması da kurutması da ayrı bir dert. Bu yüzden spor şortu istedim eşimden. İçeri sokması mümkün olmadı. İçeri alınmadığına dair tutanak da verilmediğini belirteyim. Sözel gerekçe: YASAK. Ancak mevzuatta spor şortlarının yasak olduğuna dair bir düzenleme yok. Ama serbest de denmediği için yasak olduğuna hükmedilmiş. Oysa ben hukuk yasak dememişse hak olarak düzenlendiğini belirtir diye biliyorum. Anlatmaya kalkıyorsunuz nafile. Daha ilginci bana yasak olan bu şortları başka mahkûmların üzerinde görmüş olmam. Cezaevi müdürüne bunu anlattığımda aldığım yanıt "Haklısınız" oldu. Ama halen şortumu alabilmiş değilim.

CHP'li milletvekillerinin ağzından gazetelere yansıyan nevresim sorunumuz ise ayrı bir dert. Tıpkı t-shirt, gömlek ve pantolonlarımız için olduğu gibi koca koca nevresimleri ve havlularımızı da görüşe gelen yakınımıza verip ertesi hafta yıkanmış olarak almamız YASAK. Bunu düzenleyen bir yasal hüküm elbette ki bu sefer de yok. Tecrübeli gardiyanlarda açıklama çok. "Yıkanmaya giden eşyalar uyuşturucu dolu suya batırılıp kurutuluyormuş. Cezaevinde de bu eşyalar bir kabın içinde ıslatılıp suyu buharlaştırıldıktan sonra uyuşturucu elde ediliyormuş." Mübarek uyuşturucu laboratuvarı sanki. "İyi de aynı işlem t-shirtlere, gömleklere de yapılabilir onlara neden yasak yok" diye sorduğunuzdaysa elbette yanıt yok. Anlayacağınız cezaevini ezaevine dönüştürmenin yollarından biri olarak elde nevresim yıkamaya mahkûmsunuz.

Geçen ay cezaevini denetlemeye Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Sefa Mermerci gelmişti. Kibarlık edip bizim koğuşa da geldi. Eyvallah. Ben de anlattım. Birazdan okuyacağınız diğer sorunlarla birlikte. Genel Müdür'e nevresim ve havluların elde yıkatılacağına dair bir mevzuat, yasal hüküm olmadığını söyledim. Bana koğuşlara çamaşır makinesi alınması için çalışma yapabilecekleri yanıtını verdi. Bu arada gelinlik kız gibi çeyiz düzüyoruz burada. Buzdolabı, televizyon, vantilatör, su ısıtıcısı, semaver... Her biri elbet ihtiyaç. Ama aldıklarınızı cezaevine hibe ettiğinize dair kâğıtlar imzalatıyorlar. Her şeyden önce bu devlete tırnağımı hibe etmek istemiyorum. Öte yandan cezaevleri parasız pulsuz mahkûmlarla dolu. Böyle saçma çözüm olur mu? Oluyor. Genel Müdür'ü yakalamışken her bir derdimizi anlatalım dedik. Elbette ki bilgisayar kullanımından bahsettik. Neden koğuşlarımıza bilgisayar alamadığımızın "makul sayılabilecek" gerekçesi var: İnternete girilebilir. Bu teknik işlerden çok anlamasam da modem kartı olmayan bir bilgisayarın internete giremeyeceğini, telefon hattını nereden bağlayacağımızı anlatmaya kalktık. Nafile. Bu kez de "Sizlere cezaevindeki bilgisayar odasını kullandırtıyoruz" yanıtını aldık. Haftada 3 saat. Açık görüş haftası ise yasak. Yani ayda 9 saat.

Mesela bir türlü yazılmamış olan hakkımdaki iddianame muhtemelen yüzlerce sayfa olacak. Delil klasörleriyle birlikte binlerce sayfa. Ayda 9 saat bilgisayar kullanımıyla savunma hazırlayacağım. Daktilo bile sokamıyoruz içeri. Ne diyeyim? Bravo diyorum. Genel Müdür'e en çok şikâyet ettiğim konu ise herkesin bildiği, birçoğunun bilmezden geldiği tecrit durumumuz oldu. Ben henüz tecrit demişken Genel Müdür lafı ağzımdan aldı. Ne kadar modern, güzel cezaevleri inşa ettiklerini söyledi. Hemen ardından da "F tiplerindeki mahkûmların da cezaevlerini övdüğünü hatta tek kişilik hücrelerde kalmak istediklerine" ilişkin bürokrat söylevi çekti. Kendisine sadece; bu cezaevi uygulamasını savunan bürokrat, politikacı, karar verici her kim varsa, Nazi kafası örneği bir mimari facia olan bu cezaevlerinde birkaç ay kaldıktan sonra bu konuyu tekrar tartışabileceğimizi söyledim. Bu konuşma esnasında yasal olarak haftada 10 saat diğer tutuklularla sosyalleşme amaçlı zaman geçirme hakkım bulunduğunu ancak yerine getirilmediğini de dile getirdim. Genel Müdür kendisine eşlik eden Silivri Başsavcısı ile cezaevinden sorumlu savcılardan birine nedenini sordu. Verilen yanıt önce "suç türleri değişik, can güvenliği sorunu olabilir" oldu. Bu gerekçenin hukuksuzluğunun kendisi de farkında olacak ki bu kez de şaşkınlık içinde kalmama neden olan açıklamasını yaptı: "O hak sadece hükümlüler için geçerli" dedi. Nasıl ama!

"Tutuklamaların cezaya dönüştüğü, bu kadar uzun tutukluluk süreçlerinin olduğu bir memlekette bu dediğinizden emin misiniz?" soruma da "Evet" yanıtı verildi elbette. Herhalde ben yanlış biliyordum. Bir "hukuk insanından" daha mı iyi bileceğim diye uzatmadım. Gel gör ki savcı yalan söylemiş. Ben doğruyu biliyormuşum. Avukatım Can Atalay şimdi yazılı olarak savcılığa müracaat etti. Bakalım ne yanıt alacağız?

İç çamaşırı, şort, don, nevresim... Biraz gereksiz şeylerden bahsettiğim düşünülebilir belki. Ne anlatırsak anlatalım ya da ne yazarsak yazalım sonuç olarak hayattan söz ettiğimizi düşünürdüm; oysa burada her şey sadece tecridi çağrıştırıyor hayatı değil. İnsanların kendilerine şunun ya da bunun niçin yapıldığını anlayamama durumunda bırakılmasıdır tecrit; insanın sadece kendi zihnine mahkûm bırakılması. Dışarıda çoğumuza gereksiz gelecek şeyler döner dolaşır kendini hatırlatır; sonra kendi donunuza gıcık olursunuz...

Bu bahsi kapatmadan önce nasıl bir tecrit ortamında yaşadığımızı da biraz anlatmam gerek. 160 gündür Nedim ve Doğan Ağabey'le birlikte kalıyoruz. Haftada bir kez kapalı ayda bir kez ise açık görüş hakkımız var. Açık görüşte bir saat eşim, çocuğum ve görüşe gelen arkadaşlarımdan biriyle yüz yüze geliyorum. Açık görüş dışındakiler camın ardından ve kayıt altına alınan telefon görüşmesi şeklinde yapılıyor. Ben şanslıyım ki avukat arkadaşlarım hemen her hafta görüşe geliyorlar. Böylelikle hücreden, koğuştan çıkabiliyor, farklı bir ses duyup, değişik bir yüz görebiliyorum. Bunların dışındaysa her gün üç kez kapımıza gelip yemek veren ancak konuşmamızın yasak olduğu işçi mahkûmları ve onlara eşlik eden gardiyanları görüyorum. Burası L tipi cezaevi. Anlayacağınız Türkiye cezaevlerinin tecridi harf grubuna bağlı değil. Ben bunları yaşarken F tiplerinde duyurmaya çalıştıkları seslerine hiç karşılık alamayanların hali nasıldır varın siz hesap edin. Şu "ileri demokrasi medyası" neden bu konuya el atmaz merak içindeyim!

Emin olun ki cezaevlerindeki tecrit politikası medyadaki malum şahısların çok sevdiği, hatta kimilerinin şahsi meselesi olan Ergenekon'la çok ilgili. Ama soruşturma sürecinin bir türlü oralara uzanmadığı Ergenekon ile. Bir derin devlet politikasıdır tecrit. Üzerinden çok zaman geçmedi bu konuların. Araştırılsa görülecek veya geçmişte olanlar biraz hatırlansa... Adalet duygusu bellek ve hatırlama ile adaletsizlik ise unutma ile nasıl da yakından ilgili.

Bu yazı hayli uzun oldu. O yüzden saat ve cam su bardağının yasak denilerek dört ay boyunca verilmediğini anlatmayayım. Hele başta kırmızı olmak üzere renkli kalemlerin verilmediğini veya sevgilimizin, çocuğumuzun, sevdiklerimizin fotoğraflarını asmak için yara bandı kullandığımı ya da dizimdeki rahatsızlık için kullanmam gereken dizlikle ilgili meseleyi hiç anlatmayayım. Selobantlar da dizlik de YASAK'mış. (AŞ/AS)

* 9 Ağustos 2011, Silivri 2 No'lu L Tipi Kapalı Cezaevi, tutukluluğunun 176. günü.



Ben de Susamam. Çünkü Ergenekon Benim de Davam" - 6 Haziran 2011

İster mağdur, ister muktedir, bu ülke medyasının ne olduğunu ben bilirim de, en iyi sen bilirsin.

Mesleki kıdemin, gözün kapalı desteklemekte beis görmediğin malum zihniyetin verdiği gazla kendini Olympos'ta hissettiren egonla, hele ki yaptığın işler içinde önemli bir zaman dilimini kapsayan "kronik" zamanlarınla ya da bir dönem mağdurun yanında saf tutmuşken şimdi muktedir olmanla, en iyi sen bilirsin.

Bir dönem lanetlediklerini, rüzgar tersine döndüğünde göklere çıkardıklarını da bilirsin, yeni lanetlilerin eskiden göklere çıkardıkları olduğunu da en iyi sen bilirsin.

Hem de her seferinde bunu demokrasi ve memleketin bekası için yaptıklarını söylediklerini de, bunun yalan olduğunu da bilirsin.

Tanık olmuşsundur; oluyorsun elbet. Anımsamıyorsan çok da gerilere gitmene lüzum yok. Son birkaç yıldır kimin "demokrasi" dediğine ve bunu kimin için ve nasıl söylediğine bakıver. Sanırım internet filtresinde "demokrasi" sözcüğü yasaklananlar arasında olmadı.

Girdikleri kabın şeklini almakta ne kadar mahir olduklarını da bilirsin, kim iktidar olursa olsun onun yatağında soluk soluğa kaldıklarını da en iyi sen bilirsin.

Hiç utanmaları yoktur bilirsin, tıpkı buna ihtiyaç hissetmediklerini de çok iyi bildiğin gibi. Utanmış gibi yapanlarınsa sadece yeni vesayete yanaşmaya çalıştıklarını da bilirsin de bunu hiç dillendirmezsin; "tuhaf" bulmazsın.

Her devrin medyası oldukları için ya da kendilerinin de medyası olacağı devrin geleceğini bildiklerinden, başlarına hiçbir felaket gelmez, bilirsin. Gerçi şimdinin padişahı, hep kendi saltanatının süreceğini sandığından durum biraz değişmiş görünse de aldanma sen.

Her devirde en çok ihtiyaç duyulanın kendileri olacağını da bilir bu medya; bilirsin sen de. Ahlaksıza, yalancısına, şarlatanına, celladına, mezar kazıcısına ne kadar ihtiyaç duyulursa onlar da o kadar itaatkardırlar. Her buyrulana hatta buyrulmasına gerek kalmadan "emredersiniz devletlum" ya da "padişahım çok yaşa" derler bilirsin. Vesayetin böyle meşrulaştırıldığını da bilirsin.

Gücü ellerine geçirenler halkı korku ve dehşete salarken de, bunu yapamadığını hücrelere tıkmak için de bu itaatkar şarlatanlara ihtiyaç duyar bilirsin.

Onlar olmasa ne güç budalalarını destekleyecek kitle, ne de idare edecek bir vesayet kalmaz biliyorsun değil mi?

Hem mağdura, hem mazluma, hem ezilene, hem ötelenene bir de "tebaa olmayacağım" diyene muktedirin kiralık katilleri gibi saldırdıklarını da bilirsin. Muktedir olmanın kolaylığı ve rahatlığıyla hareket edip hedef belirlediğini asılsız suçladığını da en iyi sen bilirsin.

Benim bildiğim daha çok şey var. Ama herhalde hiç muktedirin yanında saf tutmadığımdan senin bildiklerin kadar değil.

Bir de "kronik" zamanlarının (ilk dönemi elbet) ne güzel olduğu var bildiklerim arasında.

Anımsıyor musun sen de o zamanları?

Memleket medyasında roller değişmemişken daha en çok iş sana düşerdi. Keyifle okurduk. "Hah! İşte tam da bu" derdik. En azından ben diyordum; sıklıkla hem de...

Şimdinin mağdurları muktedirdi o zamanlar. Tersten söylersek belki anımsamana faydası olur: Şimdinin muktedirleri, mağdurdu o zamanlar. Hatırlarsın, o kadar da eskide kalmadı.

Bilirsin, muktedirin dili zalimdir, zulmün tadına vardığından hep zalim olmak ister. Bu yüzden, buna engel olacak ne varsa, kim çıkarsa karşısına tepeler, dümdüz eder, yaşatmaz. Tıpkı şimdilerde örneğini daha sık gördüğümüz, yaşadığımız gibi değil mi?

Eskinin mağdurlarını muktedir kılma projesi son beş yılda tamamlandı. Biliyorsun, yaşıyorsun, yaşatıyorsun.

Ne ilginç değil mi? Eskiden (ve niyeyse hala) kızdıklarının dilini, araçlarını onlar da biliyormuş. Hatta aynı silahlarla ve çoğu zaman daha ağırlarıyla ve daha pervasızca da saldırabiliyorlarmış.

Daha ilginç olansa yazdıkların. "Tuhaf" düşmanlarının hala aynı olmasına bakılırsa yeni muktedirler ne kadar mezar kazıcı gibi davransalar da seni pek ilgilendirmiyor anlaşılan. Eski muktedir, yeni mağdura çakmaya devam ediyorsun. Gerçekten çok "TUHAF".

Haklı olduğun noktada yazdıklarının altına hala imzamı atmaktan çekinmem bilirsin. Ama anlamadığım bir şey var. Geçmişin hesabını hala kapatamadığından mı yoksa yeni muktedirlerin yediği herzelerin senin ilgi alanına girmediğinden mi o sularda kulaç atmıyorsun hiç? "Böyle yaparak sen de o muktedirler korosunda yer alıyor görünmekten hatta çoğu zaman yer almaktan memnun musun acaba?" diye sormayacağım. Sorayım mı?

Halbuki, o sularda senin sevdiğin türden ne çok herze var; baksana. Seleflerinin dili desen, onlarda, silahları desen daha ağırları olduğunu söylemiştim. Lojistik destek için F tipi polis, hakim ve savcı hazır kıta beklemekte. Padişahları da en az kendisi kadar pervasız ve nobran cellat kılığındaki bu soytarılarına "Her şeyi yiyebilirsiniz" demişken bence görev seni bekler.

Ama bu isteksizliğini görünce, ya gönlün yok ya da gönlünü muktedire kaptırmışsın diye düşünmüyor değilim. O zaman kime anlatıyorum ki ben bunları?

Keşke cezaevinden çıkabilsem de tartışabilsek" diyorum. Ama sen bile böyleyken...




NEDİM ŞENER'DEN MEKTUPLAR


Zahid Akman Kadar 'Eşit' Olmak Fazla - 30 Ekim 2011

Deniz Feneri e.V soruşturmasındaki tahliyeler hukuk ve adalet konusunda yeni bir tartışma açtı. Genellikle olayları kendi vicdanında tartarak konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Deniz Feneri’ndeki tahliyeler diğer davalara da örnek olsun” dedi. Yani çok önemli bir kavrama “eşitlik” kavramına dikkat çekti.

Sayın Arınç her ne kadar temennisini dile getirse de ben hiçbir zaman Deniz Feneri soruşturması sanıkları kadar kendimi “eşit” görmedim. Zahid Akman ve diğerleri hep bizim gibi gazetecilerden “daha eşitti.”

Bildiğimiz ve görünen o ki, onların bu “daha eşit” hali varlığını hep koruyacak. Bize düşen haddimizi bilmektir. Tamam Akman ve Deniz Feneri sanıklarıyla “eşit” olmayalım ama insan yargılandığı davanın iddianamesindeki diğer sanıklarla eşit olmak istiyor doğrusu.

Oda TV iddianamesinde iki tutuksuz sanık var: Mümtaz İdil ve İklim Ayfer Kaleli.

3 Mart tarihinde gözaltına alınıp savcılık sorgusunun ardından 5 Mart 2011 tarihinde serbest bırakıldılar. Diğer Oda TV çalışanları ile ben ve Ahmet Şık da aynı dönemde gözaltına alındık ama tutuklanıp önce Metris’e sonra Silivri’ye gönderildik. Neredeyse sekiz aydır soruşturmanın bitmesini, iddianamenin çıkmasını bekledik. Sonunda iddianame çıktı bir de ne göreyim; Mümtaz İdil ve İklim Ayfer Kaleli TCK 314/2 yani “Silahlı Terör Örgütü Üyesi” olmakla suçlanıyorlar. Gerçekten şaşırtıcıydı. Savcılık sorgusunun ardından mahkemeye bile çıkartılmayan insanlar örgüt üyesi diye sanık yapılmıştı.

Ben ve Ahmet Şık da “örgüt üyesi” diye tutuklandık. Ancak iddianame geldiğinde gördük ki suçlama TCK 314/2 değil, TCK 220/7 yani “örgüte üye olmamakla birlikte yardım ve yataklık etmek.”

Oda TV çalışanı Mümtaz İdil’in ve Kaleli’nin hukuki durumu ile tutuklu olan Oda TV çalışanlarının durumu arasında da hemen hemen hiç fark yok.

Yani Doğan Yurdakul’da TCK 314/2’den suçlanıyor. Mümtaz İdil de, İklim Kaleli de 314/2 suçlanıyor. Sait Çakır ve Coşkun Musluk da…

Bana ve Ahmet Şık’a (tabii Hanefi Avcı ve Kaşif Kozinoğlu’na) yöneltilen suçlama ise TCK 220/7 yani “örgüte yardım.”

Bu durumda elbette İdil ve Kaleli de tutuklanmalıydı dile düşünmüyorum, bu zalimlik olur. Ama diğer 314/2’den yargılanacak olanların canı yok mu?

Ben ve Şık 220/7’den yani daha hafif bir suçlama ile hakim karşısına çıkmayı bekliyoruz. Hem de sekiz aydır. Mahkemeye çıkmamıza daha da bir ay var önümüzde.

Ama mahkemeler iddianame çıkmış olmasına, deliller toplanmış olmasına rağmen halen “Atılı suçun vasıf ve mahiyeti, delil durumu, kaçma şüphesi ve delilleri karartma İHTİMALİ” gerekçesiyle tahliye taleplerini reddediyor.

“Tam sekiz aydır Mümtaz İdil ve İklim Ayfer Kaleli delil karartmadı, kaçmadı biz mi delil karartacak ve kaçacaktık?” diye soruyorum şimdi.

O yüzden Deniz Feneri sanıkları kadar değil, kendi yargılanacağımız davanın sanıkları kadar “eşitlik” yeter bana diyorum.



e-muhbir M.Yılmaz kim acaba? - 26 Ekim 2011

Ümraniye’de bombaların bulunduğu Haziran 2007’de başlayan ve 2008’de operasyona dönüşen Ergenekon soruşturmasının binlerce klasör dolusu belgenin içinde adım geçmezken, 2009 yılı 6 Mayıs’ında M.YILMAZ isimli şahısın polise gönderdiği bir e-ihbar (elektronik posta) ile cep ve ev telefonlarım mahkeme kararıyla dinlemeye alındı.

M.YILMAZ her ne kadar meçhul bir şahıs olsa da polise internet yoluyla gönderdiği e-ihbardaki yazı stili kendisi hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.

Bir kere ihbarda soy isimleri verirken büyük harfle yazıyor; ŞENER, YILDIZ, ERDOĞAN gibi.

Bu soruşturma dosyasındaki adli yazışma kurallarıyla örtüşüyor.

İhbarın içeriğinde de gerçek kimliğini ortaya koyan cümlelere yer veriyor, birçok saçma cümle yanında.

Örneğin Uzan operasyonunun Ergenekon değil AKP hükümetinin başarısı olduğunu duymayan yoktur.

Hükümetin başarısı olduğunu duymayan yoktur.

Ayrıca George Soros’un yönetiminde olan Açık Toplum Vakfı’nın Ergenekon faaliyeti içinde olmayacağını herkes bilir.

M.YILMAZ’ın asıl derdi şu cümlede gizli: “… Hrant dink davası üzerinden Emniyeti, Jandarmayı ve MİT’i hedefe koyarak Ergenekon’un gizli hedefine odaklandı.

Davanın devam etmesini engellemek birçok birimin yaptığı faaliyetler aslında Ergenekon’un propaganda ve dezenformasyon biriminin planladığı ve organize ettiği faaliyetler…”

Hayır kendimi bilmesem ayrıca Dink Cinayeti sanıklarıyla Ergenekon sanıkları arasındaki irtibatı gösteren şemaları yayınladığım için halen Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi7nde “Ergenekon soruşturmasında gizliliği ihlal” suçlamasıyla yargılanmıyor olsaydım ben de bu iddialara inanabilirdim.

Bir gazetecinin “yardım ve yataklık” ettiği örgütün şemalarını yayınlamaktan yargılanıyor olması da Türkiye hukukuna has çelişki ama neyse bu konumuz değil.

e-ihbarın ilerleyen bölümünde yine aynı konuya dönen M.YILMAZ şunları yazıyor, “… Nedim’e verilen asıl görev Ergenekon davasını destekleyen kesimlere yönelik saldırı yürütmek. Davaya destek verdiğini düşündükleri görevlileri belirlediler. Polis ve savcılar ile ilgili şantaj ve tehdit amaçlı hazırlıklarını neredeyse tamamladılar.

-BAKAN KADAR DEĞERİMİZ YOK-

M.YILMAZ bu e-postayı 6 Mayıs 2009’da saat 10.39’da İstanbul Emniyeti Muhabere Elektronik Şube Müdürlüğü’ne göndermiş. İddianame eklerindeki 21 klasör’de sayfa 107’de bulunan mail’in gönderildiği bilgisayara ait IP numarası da “94.23.49.47” olarak belirtilmiş.

Tamam Gümrük Bakanı Hayati Yazıcı’nın adını kullanarak YÖK Başkanı’na sahte torpil maili atan şahıs gibi 24 saat içinde bulunmasını beklemek abes olur biliyorum ama polis M.YILMAZ’ı neden araştırmadı şaşırıyorum.

-ÇOK ŞEY BİLEN M.YILMAZ –

Adam(belki de kadın) Ergenekon’un varlığını biliyor, Ergenekon’un propaganda birimi olduğunu benim burada görevli olduğumu da iddia ediyor.

Hatta bir cinayet hazırlığından söz ediyor.

Ben polisin yerinde olsam böyle bir önemli haber kaynağını bulur soruşturmayı derinleştirirdim.

Bunu yapmadığına göre polisin bir bildiği vardır herhalde…

Gelelim benim Ergenekon kapsamında soruşturmaya destek veren polis, MİT ve Jandarmayı yıpratmak amacıyla yapacağım faaliyete. Bu yıpratma faaliyetini de Hrant Dink davası üzerinden yapacakmışım.

-PEKİ BEN NE YAPTIM?-

Ben Hrant Dink cinayetinde Polis, MİT ve Jandarmanın ihmal ve kusurlarını “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” isimli kitapta yayınladım.

Ocak 2009- Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları kitabında Dink’i 2004 yılında tehdit eden MİT’çi Özel Yılmaz ile cinayette ihmali bulunan Ankara İstihbarat Dairesi, İstanbul Emniyet ve Trabzon Emniyet yetkililerinin isimleri Jandarma ile birlikte yazıldı.

17 Şubat 2009- Emniyet Genel Müdürlüğü polisi aşağıladım diye TCK 301’den suç duyurusunda bulundu.

20 Şubat 2009- İstihbaratçı polis Muhittin Zenit savcılığa suç duyurusunda bulundu.

20 Mart 2009- İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek Özel yetkili savcılyık ve basın savcılığına suç duyurusunda bulundu.

23 Mart 2009- İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer suç duyurusunda bulundu.

20 Nisan 2009- Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Faruk Sarı suç duyurusunda bulundu.

Nisan Sonu- Başvurular kabul edildi ve İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinde 20 yıl, İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 8 yıl hapis istemiyle dava açıldı.

6 Mayıs 2009- M.YILMAZ polise benim Ergenekonla ilişkim olduğuna dair e-mail gönderdi.

22 Mayıs 2009- Polisin talebi üzerine özel yetkili savcının isteği üzerine İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi M.YILMAZ’ın e-postasına dayanarak ev ve cep telefonlarımın dinlenmesine karar verdi.

Ve ben bugün Silivri’de halen M.YILMAZ’ın kim olduğunu merak ediyorum. Çok önemli iddiaları ortaya atan hatta bir cinayet hazırlığından söz eden M.YILMAZ’ın kim olduğunu polisin, savcıların ve mahkemenin neden merak etmediğine ise şaşırıyorum.



Suçlama kitap haberim delil oldu - 16 Ekim 2011

Ergenekon kapsamında “yardım ve yataklık” suçlamasıyla tutuklu bulunduğum davanın iddianamesinde bana yöneltilen suçlama hiçbir katkım olmayan Ahmet Şık ve Hanefi Avcı’nın kitaplarının yazımı konusunda bu iki ismi yönlendirmek. Ancak iddianame eklerinde bulunan 2 Mart 2011 tarihli polis tespit tutanağında benim Ergenekon’la ilgim ortaya konurken yıllar önce yazdığım ve halen internetten ulaşılabilen Milliyet’teki haberlerin delil diye gösterilmesi beni(hâlâ) şaşırttı.

Eh tabi, suçlama kitap olunca delillerin de kendi yazdığınız haberlerin olması doğaldır.

Silivri’den yalnızca, “Ama onlar gazetecilikten dolayı değil terör faaliyetlerinden tutuklular” diye konuşanlara selam olsun.

Yıllar önce yazdığım ve halen internetten ulaşılabilen haber metinlerinin hakkında Ergenekon soruşturması yapılan birisinin bilgisayarında bulunmasının hakkımda yürütülen soruşturmada delil olarak kullanılabileceği aklıma gelmedi.

Yazımında herhangi bir katkım olmayan kitaplar nedeniyle tutuklu olduğum düşünüldüğünde çok fazla şaşırmaya hakkım yok aslında.

Ancak insan yine de şaşırıyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi gözaltına alınmamdan bir gün önce benim nasıl bir Ergenekon üyesi olduğumu göstermek için 13 sayfalık bir “Tespit Tutanağı” hazırlamış.

Tutanak, Hrant Dink cinayetinde MİT, Polis ve jandarmanın ihmal ve kusurlarını anlattığım kitabımın yayınlanması sonrası polislerin hakkımda açtığı davalardan hemen sonra 6 Mayıs 2009’da yine polise gönderilen asılsız bir e-posta ile başlıyor. (Klasör 21 sayfa 126-127)

Ardından yıllar önce yazdığım El Kaide Finansörü olarak malvarlığı BM tarafından dondurulan Yasin El Kadı hakkındaki haberler üç madde olarak veriliyor. Bu haberlerin delil olmasının nedeni halen internette bulunan bu haberlerin Ergenekon sanığı İsmail Yıldız isimli şahsın bilgisayarında bulunmuş olması. Yıldız da herkes gibi bu haber metinlerini internetten bilgisayarına kopyalamış. Haber metinlerinin altında “Nedim Şener/Milliyet” şeklinde kaynak belirtilmiş olmasına rağmen polis “Nedim Şener” adı geçiyor diye halen herkesin internetten ulaşabileceği haberi delil dosyaya koymuş.

Tespit Tutanağı’nın 2’inci, 3’üncü ve 4’üncü maddesi benim imzamla yayınlanan haberlerden oluşuyor.

Yine tutanağın 11’inci maddesinde TMSF Başkan Yardımcısı Fethi Çelik ile yaptığım ve yayınlanmış olan röportaj delil olarak kullanılmış.

Tutanağın 12’inci maddesinde TMSF’nin elindeki Star TV’nin Canwest isimli kuruluşa satışını konu alan bir haberim delil diye kullanılmış.


Polis hazırladığı tutanakta internette aleyhime yayınlanmış ve beni hükümete yakın yazar olarak niteleyen yazarlar da delil olarak değerlendirmiş.

Bu yazıların özelliği İsmail Yıldız’ın bilgisayarından çıkmış olması.

Uzanlara danışmanlık hizmeti de veren SESAR isimli kuruluşun sahibi olan Yıldız, uzan Medya grubunun Ankara temsilcilerinden Hayrullah Mahmud’un beni “Tayipçi Yazar” diye etiketlediği internet yazısını bilgisayarına kopyalamış. Mahmud o yazısında Ahmet Kekeç ve Nazlı Ilıcak ile beni “Tayipçi Yazar” olarak niteliyor. Ayrıca Mahmud, medya faresi isimli internet sitesine bir röportaj vermiş. O röportajda da aleyhimde sözler söylenmiş. Sebebi de benim Uzanlar hakkında yaptığım haber ve yayınladığım kitap. İsmail Yıldız bu söyleşiyi de bilgisayarına kopyalamış. Polis de bunu benim aleyhimde delil diye tutanağa koymuş. Hem Uzanlar hem de polisin hedefi olmak oldukça ilginç.

Polisin 2 Mart 2011 tarihli tutanağında 5’inci madde de (21 klasör sayfa 124) benim aleyhimde olduğunu belirttiği bir yazıya da yer vermiş.

18 Nisan 2004 tarihinde yazıldığı anlaşılan yazının başlığı “Uzan ve Gerçekler/Nedim Şener’e cevap”

ARENA’NIN BANT ÇÖZÜMLERİ DE DELİL

Polisin Tespit Tutanağında 9’uncu ve 10’uncu madde de yer verdiği deliller ise oldukça ilginç.

Uğur Dündar’ın davetiyle katıldığım Arena programı’nda adım geçtiği tespit edilmiş Uğur Dündar ile birlikte konuk ettiğimiz eski polis müdürlerinden Adil Serdar Saçan’ın katıldığı programın bant çözümü Ergenekon kapsamında soruşturmaya uğrayan Emcet Olcayto’nun bilgisayarında bulunmuş. Benim de adım burada yer alıyormuş. Konuğa soru soran bir kişinin adının bant çözümünde yer almasından daha doğal ne olabilir.

Yine Ayhan Çarkın isimli polisin 20.10.2008’de katıldığı Arena programının bant çözümleri de delil olarak görülmüş. Savcılığın talimatıyla bant çözümü yapılan Ayhan Çarkın katıldığı Arena programında benim de adım geçiyormuş. Bu nedenle polis bu çözümleri de delil olarak kullanmış.

Sözün özü: Yani gazetecilik adına ne yaparsanız polisin gözünde “terör faaliyeti” olarak değerlendirilmekten kurtulamazsınız. Onlar gazetecilikten değil terör faaliyetinden illegal faaliyetten tutuklular diyenler utansın…



Canlı Yayından 'Dinlemişler' - 9 Ekim 2011

Gazeteci meslektaşlarıma;

2009 Mayıs ayından 3 Mart 2011'e kadar kaydedilen telefon görüşmelerimi, meslektaşlarımın sabırla okumalarını öneririm.

Ocak 2009'da "Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları" kitabını yayınladıktan sonra ihmalleri ortaya çıkan ve aynı zamanda Ergenekon soruşturmasını yürüten polislerin Şubat ve Mart (2009) şikayetleriyle Nisan ayında 30 yıla varan hapis istemiyle dava açılmasının ardından 6 Mayıs 2009'da yine aynı polislere M.YILMAZ sahte ismiyle gönderilen bir e-posta ile dinlemeye alınan telefonlarım, bir muhabirin nasıl köşeye sıkıştırıldığını gösteriyor.

Bu konuşmaların sokağa düşmesinden gocunmuyorum, yalnızca benimle konuşanlar adına üzgünüm.

Hrant Dink'in kardeşi Orhan Dink, eski Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) milletvekili Azmi Ateş, gazeteciler, eski Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti, TMSF'den bürokratlar ve Enerji Bakanlığı avukatı adına üzgünüm.

Bu konuya tekrar döneceğim ama önce gazeteci olarak bir soru sormak istiyorum:

Benim telefonlarım 6 Mayıs 2009 tarihli bir ihbar ile 22 Mayıs 2009'dan itibaren dinlenmeye başladı. Dosyada 2009 sonuna kadar kaydedilen telefon dinlenmelerinden yalnızca biri, BBC'de belgesel çeken Julia Rook ile yaptığım görüşme deşifre edilerek yazıya döküldü. 2009 Mayıs ve Aralık döneminde yaptığım telefon konuşmalarından yalnızca 15 tanesi 2010 yılı Ocak ayında deşifre edilerek kağıda dökülmüş.

2009 yılına ait toplam 250 telefon görüşmesi ise 2011 yani bu yılın Ocak ayında deşifre edilmiş. Bunu, her görüşme dökümünün altındaki "Bu iletişim tespit tutanağı ********* tarihinde *** saat *** sahife olarak tarafınızdan tanzimle imza altına alınmıştır" notundan anlayabiliyoruz.

Madem benim (ve tabii Ahmet Şık'ın) tutuklanmasının 14 Şubat 2011'de OdaTV'ye yapılan baskında bilgisayarda bulunan, "Hanefi", "Nedim", "Sabri Uzun" isimli word dokümanları sonucunda gerçekleşti, polis neden Ocak ayında bana ait 2009 yılı telefon görüşmelerini hem de sabahlara kadar varan çalışmayla deşifre etti? Sabahlara kadar diyorum çünkü kağıda döken polisler tarih yanında saatini de yazmışlar.

"Yoksa OdaTV operasyonu için son hazırlıkları yapanlar oradaki bilgisayarlarda neler çıkacağını biliyor muydu?" gibi bir soru aklıma geliyor. Belki de yersiz bir soru...

2009'da kayıt altına alınan telefon görüşmelerimin Ocak 2011'de tam da OdaTV baskınından önce kağıda dökülmesinin başka bir cevabı varsa elbette dinlemeye hazırım.

Şimdi gelelim görüştüğüm kişilere ve içeriklerine...

Öncelikle belirtmeliyim ki, görüşmenin yapıldığı tarihte Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili olan Kemal Kılıçdaroğlu'nun bahsettiği Eyüp'te yaşanan olayla ilgili haber yapılmadı. Kemal Bey mağdurların iletişim bilgilerini gönderdiğini söyleyip, erkek ve kadın muhabir gönderme önerisi yaptığında benim, "Hallederim" dediğim şey mağdurlarla görüşme konusudur. O görüşme de yapılmadı ve öyle bir haber yazılmadı.

Ayrıca benim telefon konuşmalarında, "üstad", "şef", "abi", "kardeş" gibi kelimeler kullanmam alışkanlıkla ilgilidir. Karşımdakiler ile kavga ederken bile bu tür kelimeler kullanırım, merak edenler Savcı Zekeriya Öz'e de sorabilirler. Tapeleri okuyun, gazeteci büyüklerime AKP'li Azmi Ateş'e, Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan (MİT) Mehmet Eymür'e, Milliyetçi Hareket Partisi'nden (MHP) Oktay Vural'a, Sadettin Tantan'a, bürokratlara da bu tür hitaplarım olmuştur. Hatta Silivri'deki infaz koruma memurlarına, müdür ve müdür yardımcılarına bile bu tür hitaplarım oluyor. Alışkanlık işte.

Telefonda konuştuğum haber amaçlı görüştüğüm tek siyasetçi o tarihte CHP Grup Başkan Vekili olan Kemal Kılıçdaroğlu değildi. Nitekim telefon dinleme kayıtlarına girdiği için burada yazmamda sakınca yok.

Yolsuzluklar konusunda çok önemli çalışmalar yapmış olan Ateş'in de adı var, yine yolsuzluklar konusunda çalışan Vural, eski bakan Sadettin Tantan da bulunuyor. CHP'den Kart ve MHP'den Deniz Bölükbaşı ile görüşmeler de dosyada. Tebrik için beni arayan ve dertleşme içerikli bir görüşmeyle İlhan Kesici de dosyamda. CHP'den Gürsel Tekin ve Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu ile görüşmeler kayıt altına alınarak dosyaya konmuş tıpkı eski bakan Ufuk Söylemez ile yaptığım görüşme gibi.

En üzücü konulardan birisi de TMSF'de görev yapan ve Ahmet Ertürk başkanlığı döneminde hortumculardan 15-20 milyar dolar tahsilat yapan bürokratların isimlerinin de dosyada yer alması.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın çalışmalarıyla gurur duyduğu TMSF'cilerin Ergenekon gibi bir konuyla ilgisi olmadığı açık. Konuşmaların içeriği de soruşturmayla ilgili konular değil. Peki neden TMSF'cilerle konuşmalara yer verildi?

Öte yandan Libananco Davası'nda Enerji Bakanlığı'nın avukatlığını yapan Aydın Coşar ile haber amaçlı görüşmelere de dosyada yer verildi.

Enerji Bakanlığı'nın kazandığı bu davada Türkiye'yi 10,5 milyar dolar yükten kurtaran ve hükümetin üst düzeyi ile de yakın olan Coşar'ın benimle haber amaçlı konuşmasında ne gibi suç unsuru yer alıyor?

Coşar'ı hatırlayacaksınız, Başbakan'ın danışmanlarından Cüneyt Zapsu'nun ve Başbakan'ın "Kendisine kefilim" dediği Suudi işadamı Yasin El Kadı'nın da avukatıdır. Ama polis Coşar ile konuşmalarımızı da Ergenekon ile ilişkilendirmiş olmalı ki dosyaya koymuş.

Konuştuğum kişilerden Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti'nin telefon konuşması da Ergenekon dosyasına girdi. MİT'çi Mehmet Eymür ile yaptığım konuşma gibi...

Polisin dinleme yaptığı Mayıs 2009 ile sonraki altı ayda gazetecilerle çok sayıda görüşme yaptım. 2009 yılına ilişkin toplam 266 konuşmanın 80'i gazetecilerle. Burada en fazla konuşma "konuk" olarak katıldığım Arena programının yöneticisi Uğur Dündar ile gerçekleşmiş. Polis, Dündar ile aramızda geçen toplam 36 konuşmayı dosyaya koymuş.

Gazetecilerle o dönem konuşma sayısının fazla olmasının neden, yazdığım kitap nedeniyle aleyhime açılan davalarla ilgili olduğu gibi aldığım ödüller nedeniyle kutlamalar ve gündeme ilişkin konuşmalardan ibaret. Aşağıda isimlerini vereceğim meslektaşlarımızın, meslek büyüklerimizin Ergenekon dosyasıyla ne ilgisi olabilir?

"Umur Talu, Nail Güreli, Sedat Ergin, Haluk Şahin, Ahmet Hakan Coşkun, Celal Toprak, Yalçın Bayer, Yalçın Doğan, Sabetay Varol, Nurten Ertuğ, Musa Ağacık, Sayım Çınar, Ercan Arslan, Atilla Özsever, Sevilay Yükselir, Erdal Kılıç, Hikmet Çetinkaya, Belma Akçura, Toygun Atilla, Barış Yarkadaş, Utku Çakırözer, Ali Dağlar, Yavuz Baydar, Güngör Uras, Erol Önderoğlu, Atilla Dişbudak, Cüneyt Özdemir, İrfan Bozan, Emin Çölaşan, BBC'den Julia, NewYork Times'ten Şebnem Arsu."

Gazeteciler listesindeki isimlerle birkaç kez görüşmüşüm, tüm dinleme kayıtlarına bakıldığında aynı örgüt davasından yargılanacağım ve kendisinden talimat aldığım iddia edilen Soner Yalçın ile bir kez haber içerikli görüşmem yer alıyor. Yine OdaTV'den Barış Terkoğlu'nun araması üzerine bir kez olan görüşmenin kaydı dosyada bulunuyor.

Dinleme kayıtlarında hayli ilginç tapeler var. Televizyonlardan gelen talep üzerine özellikle Dink cinayeti konusunda canlı yayına telefonla bağlanmıştım. Bu televizyon kanalları arasında NTV, SkyTürk, Cem TV ve Hayat TV bulunuyor. Polisler bu kanallara telefonla yaptığım açıklamaları hem de canlı yayında milyonlarca izleyicisi olan televizyon kanallarındaki açıklamalar suç unsuruymuş gibi dosyaya koymuş.

Bu şu demek oluyor; "Biz sizin TV'lere yaptığınız açıklamaları bile takip ediyoruz." Asılsız e-mail bir isimsiz ihbar mektubunun ardından televizyon ve radyolardaki konuşmalarınız herkesin karşısına suç delili olarak çıkabilir.

Polis ve savcılık Hrant Dink'in kardeşi Orhan Dink ile yaptığım telefon görüşmelerini de dosyaya koymuş.

İddia olunan suç ile ilgisi olmamasına rağmen Orhan Dink ile kardeşinin öldürülmesi konusunda bilgi ve görüş, haber amaçlı görüşmeler suçmuş gibi gösterilmiş. Dinlerken de amirlerinin, bir cinayetin sorumluluğunu taşıdıklarını öğrenmişlerdir.



Rober Koptaş'a: Dink cinayeti, Ergenekon ve Nedim Şener - 24 Eylül 2011

Sevgili Rober,

Agos’ta tutuklandığımızın ertesinde “Biz ikna olmadık” yazın benim için ayrı bir önemdedir. 16 Eylül tarihli yazını da okudum, biraz uzun bir cevap yazdım, sabrına emanet. Şunu söyleyeyim, hukuki, siyasi ya da etik olarak cevap veremeyeceğim hiçbir soru yok. Hem hukuki hem siyasi ve etik olarak her şeyi cevaplarım.

Biliyorsun, yalnız Avcı’nın değil Şık’ın da kitabına katkı yapıp yönlendirmekle suçlanıyorum. Sen yalnızca Avcı’dan söz ediyorsun ama “Nedim Ahmet’i çalıştırsın” cümlesini unutuyorsun galiba.

Ama şunu bil ki her iki kitaba nokta kadar katkım olmadı. Hani bazen, “Canım kitap suç değil olsa olsa kötü gazeteciliktir” deniyor ya, ne o kitaplara katkı ne de kötü gazetecilik bağlamında bir ilişki benim yanıma uğrayamaz.

Sorunun cevabını madde madde anlatayım.

1-    Hanefi Avcı’nın kitabı 19 Ağustos 2010 günü gazeteye geldi. Kitabı gönderen yayınevinin kargo kayıt bilgileri ve gazetemizdeki kayıtlarda Angora Yayınevi’nin gönderdiği kargonun kayıtları bunu teyit edebilir.

2-    Kitap gelir gelmez 19 Ağustos 2010 günü daha göz atmadan hemen H. Avcı’yı arayıp şaşkınlığımı belirttim. Hatta kendisinin kitap yazacağı aklıma gelmediğinden Avcı hakkında bir kitap sandım. Arama kaydı benim telefon dökümümde, dinlenmişse Avcı’nın dinleme kayıtlarında vardır.

3-    Kitabın word halini 20 Ağustos 2010 günü Merter’deki Polisevinde röportajdan sonra aldım.

4-    Dolayısıyla 20 Ağustos 2010 günü Milliyet’teki haber ve Posta’daki köşe yazısındaki “kitaptan alıntıların”, kitabın basılmış nüshasındaki bölümlerle birebir aynı olmaması 20 Ağustos 2010 günü Avcı’dan aldığım word metin ile ilgisi olamaz.

5-    Mehmet Baransu’ya Silivri’den gönderdiğim mektupta durumu böyle anlattım. Baransu 28 Mart 2010’daki yazısında bunu yazdı. Dikkatli okunduğunda kitabın word metnini 20 Ağustos 2010 günü aldığım görülüyor.

6-    Burada hemen bir ekleme yapmalıyım. Senin yazına atfen Alper Görmüş, Hanifi Avcı’nın 14 Mart 2011 günkü ifadesinde, “Nedim Şener 20 Ağustos 2010’da beni aradı. Senin kitap geldi” dediğini yazdı. Buradaki hata Görmüş’te değil, Avcı’da. Çünkü kendisini “kitabınız geldi” diye aradığım tarih 19 Ağustos 2010. Dolayısıyla o gün yazılan haber 20 Ağustos’ta yayınlandı. Avcı tarihi yanlış hatırlıyor. Kayıtlar ortada. Bunda kötü niyetinden değil olsa olsa yanlış hatırlamadan kaynaklanıyordur.

7-    Bu izahattan da anlaşılacağı gibi senin 16 Eylül 2011 günkü yazındaki, “Ancak dökümanı aldığı tarih ile ilk yazısının gazetede çıktığı günün aynı olması, bu bilginin sahihliği konusunda şüphe uyandırıyor” yorumuna/sonucuna katılmak mümkün değil.

8-    Daha önce de söyledim, yine söylüyorum, Hanefi Avcı’nın kitabını basılmış olarak masamda gördüm (19 Ağustos), word halini bir gün sonra (20 Ağustos) aldım.

9-    Baransu’ya yazdığım gibi, Hanefi Avcı’nın kitabından alıntı yaptığım bölümlerle kitabın aynı bölümlerinde farkların ancak 20 Ağustos’tan sonra yazdığım yazılarla ilgilidir. Yani 20 Ağustos’tan sonra yazdığım ve iddianamede de belirtilen 31 Ağustos 2010 tarihli Posta’daki yazım bu şekilde değerlendirilebilir.

10- Ancak 31 Ağustos 2010’da Posta’daki yazıdaki alıntılar ile kitabın basılmış nüshasındaki farklara bakarsak, farkların basit editöryel ekleme ve çıkarmalardan ibaret olduğunu görebilirsin.

Elimde Hanefi Avcı’nın bana o zaman verdiği word metni olmadığı için karşılaştırma yapamıyorum.

Ama 31 Ağustos 2010 tarihli yazıdaki alıntılar ile kitap metni karşılaştırdığımda şu farklar görünüyor (iddianame sayfa 101)

Kitapta;

“Emin bey hakkında yapılan incelemelere karşı çıktığım, ona kefil olduğumu söylememden bir süre sonra bu açıklamalardan memnun olmayan …” şeklindeki bölüm Posta’daki yazıda: [Şener'in mektupta kırmızı ile işaretlediği yerleri burada bold ile belirtiyoruz AGOS]

Uyuşturucu kaçakçılarına yardım ettiği iddiası ile tutuklanan Emin (Aslan) bey hakkında yapılan işlemlere karşı çıktığım için, ona kefil olduğumu söylememden bir süre sonra bu açıklamalarımdan memnun olmayan…” şeklinde yayımlanmıştır.

Gördüğün gibi ekleme “Emin bey” şeklindeki öznenin özelliğini ve soyadını eklemekten ibarettir. Posta’daki yazı işleri de bu konuda titizdir. “Emin bey”in kim olduğunu anlatmak için yapılmış gibi görünüyor. Yani bu eklemenin Hanefi Avcı’nın word dökümanı ile ilgisi olduğunu düşünmüyorum.

Yine iddianamenin 101. sayfasında 31 Ağustos tarihli yazımdan örnek vereyim:

Kitabın 432-433’üncü sayfasındaki:

“Sonunda Ahmet görevinden alındı, zorlukla polis okulunda görev bulabildi. Yerine ise normalde hiçbir zaman bu göreve gelemeyecek gerekli niteliklere sahip olmayan (sol örgütler konusunda bilgi ve deneyim ile evveliyatında pratik sokak tecrübesi olmayan), hatta…”

şeklindeki bölüm Posta’da:

Hrant Dink cinayetinden sonra Ahmet İlhan Güler görevden alındı. Yerine ise normalde hiçbir zaman bu göreve gelemeyecek gerekli niteliklere sahip olmayan (sol örgütler konusunda bilgi ve deneyim ile evveliyatında pratik sokak tecrübesi yeterli olmayan), hatta…” şeklinde yayımlanmıştır.

Burada da, kitaptaki alıntıda “Ahmet” diye bahsedilen kişinin soyadı ve özelliği (neden görevden alındığı) belirtilmiştir.

İki örnekte de kırmızı (bold) olarak yazan kelimeler eklenenlerdir.

11- Yine 20 Ağustos 2010’da Milliyet ve Posta’da yayımlanan haber ve yazıdaki “kitaptan alıntılar” ile kitabın basılmış nüshasındaki cümle farkları editöryel faaliyetlerdir. Yani aslında alıntıların birebir olması gerekirken, özellikle günlük gazetelerde az yerde çok şey anlatma ihtiyacı, alıntılarda kısaltma, bazen bilgi amaçlı ekleme, imla veya ifadede düzeltme yapılabiliyor.

12- Ama savcının iddianamedeki şu tespiti kesinlikle yanlış; “…. Ancak yazılarındaki (Nedim Şener’in) ‘kitaptan alıntılar’ bölümlerinin kitabın basılmış nüshalarında bulunmadığı anlaşılmıştır” deniyor.

Savcılık hem alıntıların kitapta bulunmadığını söylüyor hem de alıntıların kitapta hangi sayfada olduğunu iddianamede kendisi yazıyor, örnek “480-481, 569-570, 480-481’inci sayfalar, 432-433’üncü sayfalar” gösteriliyor.

Demek ki, alıntılar kitaptanmış. Ama değişiklikler var. Var evet hepsi editöryel çalışmalardır.

13-  Gazetelerde muhabir yazar, şefi okur düzeltir, haber merkezi okur düzeltir, yazı işleri okur düzeltir, hatta sayfa sorumlusu haberi yerleştirirken haberi uzunluğuna göre uzatır ya da kısaltır.

14- Köşe yazıları bile editör elinden geçer. Eksik bilgi tamamlanır. Evet olmamalı ama alıntılarda  bile değişiklikler olabiliyor.

15- Zaten Baransu da 14 Mart 2011 günkü yazısında bu konuda olasılıkları sıralamış. Tabii benim kitaba katkı yapmış olabileceğim düşüncesi ağır basarak.

16- Rober kardeşim, eğer 20 Ağustos’ta Milliyet, Vatan, Hürriyet’teki H. Avcı’nın kitabıyla ilgili haberlere göz atabilirsen, Vatan ve Hürriyet’teki haberlerdeki alıntıların da kitabı basılı nüshaları arasında farklar olduğunu görürsün. Hatta her üç gazete benzer bölümden alıntı yaptığı halde birbirinden farklı metinler yayımlamışlar. Farklı kelimeleri ve cümleleri kısaltmışlar.

17- Hatta benim imzamla 20 Ağustos günü Milliyet’te yayımlanan haber ile aynı gün Posta’daki yazımda aynı bölümden yaptığım alıntı iki gazetede farklı olarak yayımlandı. Posta’da yayımlanan yazı ile aynı yazının internetteki halinde başlıklar bile farklı. Milliyet’teki cümle “Bunların (cemaat)…” diye başlıyor, Posta’da “Bunların hayatımın…” diye başlıyor.

Sevgili Rober Sevgili kardeşim,

Bütün bunların “gazeteciliğin editöryel faaliyeti” olduğunun anlaşılması için Sevgili Baransu’nun MÖSYÖ kitabından (Karakutu Yayınları 2. Baskı Aralık 2010) örnek vereceğim.

Baransu kitabının 383’üncü sayfasında şunları yazmış:

“Hanefi Avcı kitabının ‘Neşter-2’ bölümünü ek aldığı 264’üncü sayfasında da bir çelişkiye daha imza atmıştı.

Avcı, “HSYK eski Başkanvekili ve o zaman Yargıtay üyesi Ergün Güryel de grubun içindeydi. Savcı Aldan’ın değerlendirmesine göre (ki biz de bu görüşe katılıyoruz), Yargıtay üyeleri de sanıktı ve onlara da işlem yapılmalıydı ama bu daha önce yapılmış bir şey değildi” diye yazacaktı.”

Evet Rober, Baransu, tırnak içinde böyle bir alıntıya yer veriyor. Şimdi Avcı’nın kitabının 264’üncü sayfasına beraber bakalım. O satırlar nasılmış…

Hanefi Avcı’nın kitabı sayfa 264….

“HSYK Başkan vekili ve o zamanın Yargıtay üyesi Ergün Güryel ve iki üç kişi ile irtibatları vardı. Bir zaman sonra tahkikat belli bir olgunluğa gelmişti ve operasyonun yapılması gerekiyordu. Savcı Aldan’ın değerlendirmesine göre (ki ben de bu görüşe katılıyordum), Yargıtay üyeleri de sanıktır ve onlara da işlem yapılmalıydı ama bu, daha önce yapılmış olan bir şey değildi.”

A-   Avcı’nın kitabının basılı nüshasından alıntı yaptığım metinde altı kırmızı ile çizdiğim satırlar (bold) Baransu’nun “”kitaptan alıntı” yaptığım” dediği bölümden çıkarılmış.

B-   Avcı’nın kitabındaki orijinal alıntıda (yukarıda) parantez içinde (ki ben de bu görüşe katılıyordum) cümlesindeki “ben” Baransu’nun kitabında “biz de” olarak yayımlanmış. “biz” ne kadar tehlikeli bir değişiklik değil mi?

Şimdi buradan yola çıkarak Baransu’nun elinde kitabın taslağı mı var? Sorusu ne kadar anlamlıysa bana da sormak, bunun için tutuklanmak, 7 aydır hapis yatmak, ailemizden uzak kalmak o kadar anlamlı.

Hele hele içerde savunma hakkı bile verilmeden sayfa dolusu linç edilirken iddianameyi bile yanlı okuyanlara ne cevap vereyim.

Baransu yapınca gazeteci, ben terörist mi oluyorum Rober. “Ben” kelimesini ben “biz” şeklinde yazsam halim nice olurdu… Bir de iddianameyi benim gözümle okusan şaşar kalırsın.

Neyse, onlar da mahkemeye artık.

Rober sana böyle bir açıklama yazmak gerçekten ağır.

Ne Avcı’nın ne de Şık’ın kitabına nokta kadar katkı yapmamışken tamamen editöryel faaliyetleri “terör örgütü” ile ilgili savunmada anlatacak olmak bile iddia sahipleri başta, özel yetkili gazeteciler dahil herkesin utanması gereken bir durum değil mi?

Avcı’nın kitabından alıntı yapan birçok yazarın, yazı ve kitaplarındaki farklar, onları gazeteci beni terörist mi yapıyor şimdi…

Ne Soner Yalçın’dan talimat ulaştığına dair bir delil ne Avcı’nın el konulan delilleri arasında benim katkı yaptığıma dair işaret yokken böyle saçma sapan şeyle suçlanmak tam Türkiye’ye yakışır.

Sana başka bir sorum var.

-       1999’a kadar giden Ergenekon yapılanması konusunda 2001’de Tuncay Güney’de ele geçen dökümanlarda, Güney’in ifadesinde, MİT’in 2003 ve 2006 yılındaki şema ve raporlarında, 2007’deki Ümraniye soruşturmasında, 2008’deki Ergenekon operasyonlarından başlayarak 2011’deki Odatv baskınına kadar 17 dalga boyunca adı hiçbir yerde geçmeyen Nedim Şener, nasıl oldu da 6 Mart 2011’de Ergenekon üyesi diye tutuklandı?

Beraber 2009’a gidelim mi?

Ocak 2009 – Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları kitabı çıktı.

Şubat 2009 – Emniyet Müdürlüğü kitap hakkında suç duyurusunda bulundu.

Mart 2009 – İstihbarat Dairesi Başkanı Akyürek, İst. İstihbarat Müd. A. Fuat Yılmazer, Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Faruk Sarı, İstihbaratçı Muhittin Zenit beni özel yetkili savcılığa şikayet etti.

Nisan 2009 – 11. Ağır Cz.’da ve İst. 2. Asliye Ceza’da 28 yıl hapis istemiyle dava açıldı.

6 Mayıs 2009 – M. YILMAZ isimli sahte bir e-posta Polis Muhaberat’a gönderildi ve benim Ergenekon’un propaganda biriminde görevli olduğumu iddia etti. Aynı tarihte polise meçhul bir şahıs ihbar mektubu gönderip “Nedim Şener Ergenekon ile mücadele eden polisleri yıpratmakla görevli Ergenekoncu’dur” diye yalandan ihbarda bulundu.

22 Mayıs 2009 – Mahkeme hakkımda dinleme kararı verdi. 6 ay dinlediler bir şey çıkmadı ve 2009 sonunda dinlemeyi kestiler (şu andaki bilgi). Belki de 2010’da da dinlediler.

14 Ocak 2011 – Odatv baskınında “Nedim” yazan word dökümanlar bulundu.

3 Mart 2011 – Bu dökümana dayanarak gözaltı

6 Mart 2011 – Tutuklama ve halen Silivri’deyim



Sevgili Rober, bilmiyorum derdimi anlatabildim mi? Yine söylüyorum, bir tek nokta kadar her iki kitaba katkı yaptığımı ispatlasınlar her şeyi bırakırım. Bir çok kişinin aklının alamayacağı kadar düz bir hayatım vardır. Hakkımda olumsuz yazanların kafasındaki komplovari bakış bana uzak şeyler. Bu yazıyı ne yapacaksın bilmiyorum. Ama “Bunlar Nedim Şener’in başına neden geldi?” sorusunu bir düşün lütfen.

Tümünü yayımlarsan sevinirim.

Nedim




3 Mektup - 18 Eylül 2011

Sayın Bakan Ergin'e Adalet Talebiyle;

"Silahlı Terör Örgütü Üyesi" iddiasıyla tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne gönderildiğimiz gün Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Savcı Zekeriya Öz'ün yaptığı yazılı açıklamaya dikkat çekerek; "Davayı yürüten savcı bir açıklama yaptı ve ‘Bu gözaltılar gazetecilikten değil’ dedi. Sadece gazetecilikten alınırsa basına darbe olurdu" şeklinde konuşmuştu.
Zekeriya Öz, 6 Mart tarihli basın açıklamasında aynen şunları söyledi: "Yürütülmekte olan soruşturma bir kısım basın mensubunun gazetecilik görevleri, yazdıkları/yazacakları yazılar, kitaplar ve ileri sürdükleri görüşleriyle ilgili olmayıp... şu aşamada açıklanması mümkün olmayan bir kısım delillerin değerlendirilmesi sonucu yapılması zorunlu hale gelen hukuksal bir işlemdir.”
Hem Zekeriya Öz hem de onun basın açıklamasına bağlı olarak yorum yapan Adalet Bakanı Ergin’in açıklamalarının üzerinden tam 6 ay geçti. 6 ay sabırla bekledim ama Sayın Ergin’nin sözlerini hiç unutmadım; "sadece gazetecilikten alınırsa basına darbe olurdu."
Evet, sabrın sonu selamet ve iddianeme çıktı. Öz’ün "açıklanamayacak gizli delil" dediği hiçbir şey ortaya konmadı. Çok doğal, olmayan bir şey ortaya konamaz zaten.
İddianamenin benim ile ilgili bölümünü okuduğunuzda tamamen soyut bir biçimde Hanefi Avcı’nın kitabının ve Ahmet Şık’ın kitabının yazımına katkı yapmakla suçlanıyorum. Ne Avcı ne de Şık böyle bir iddiayı kabul etmiyor zaten. Benim onların çalışmalarına katkı yaptığımı gösteren tek bir belge, telefon görüşmesi yani delil de yok. Ben de böyle bir suçlaayı kabul etmediğim gibi bir başka yazarın arkasında yer almayı ya da bir başkasının adını kullanarak kitap ya da haber ve yazı yazmayı "alçaklık sayarım."
Bugüne kadar 10 kitap ve binlerce haber yazmış bir muhabir olarak Avcı ve Şık'ın kitabına katkı yapmayı hele hele talimatla onların isminin arkasına saklanmayı düşünecek kadar zavallılaşmadım. Yazdığım haber ve kitaplarla yurtiçinde ve yurtdışında ödüller almış bir muhabir olarak beni o iddianameye koymak hukuk, adalet, akıl ve vcidanla bağdaşır şeyler değildir.
Yazdığım ktaplar ve haberlere bakıldığında Avcı ve Şık'ın kaleme aldıkları konularda yıllardan beri çalıştığım görülecekir. Kendi adımla bunları zaten yazıyorum bir başkanısın adına neden gerek olsun. İdianameyle ilgili savunmaya burada yer vermek zor ve uzun olur. Ama benim Sayın Adalet Bakanı’na bir sorum var; Zekiraya Öz'ün açıklamasında yer verdiği "açıklanması mümkün olmayan" deliller olmadığına, sizin de bu açıklamaya dayanarak "Gazetecilikten alınırlarsa basına darbe olurdu" dediğinize göre hakkımdaki suçlama -haksız ve yersiz olmasına rağmen- iki kitabını yazımına katkı sağlamaksa bu durum "Basına darbe olmuş mudur, olmamış mıdır?"

Saygılarımla.


Sayın Bakan Yazıcı’nın vicdanına sesleniyorum;

Dürüstlüğü ile bilinen Devlet Bakanı Sayın Hayati Yazıcı, tutuklanmamızın ardından Hürriyet gazetesi Ankara Bürosu’nu ziyaretinde aynen şunları söyledi: "Sadece isimsiz-imzasız ihbarla insanların gözaltına alınıp tutuklanması... Böyle bir şey olmaz. Eğer öyleyse bu vicdansızlık. Ben de hakimlik yaptım, bu konularda karar verirken adamın vicdanının rahat etmesi lazım. Eğer sadece isimsiz-imzasız ihbarla oluyorsa bunlar sonuçta göreceğiz, kıyameti koparırız, o zaman. O adamları biz atarız içeriye..."
- Bir insanın kitap yazmasından ötürü gözaltına alınması gibi bir şey olmaz, oluyorsa doğru olmaz.”
- Gizli delil diye bir şey olmaz, hukuk devletinde kişi ne ile suçlanıyorsa bilmek zorunda..' (25 Mart 2011 Hürriyet gazetesi)
Sayın Yazıcı, 3 Mart 2011’de gözaltına alınmamız ve 6 Mart’ta tutuklanmamız ve 6 aydır tutuklu kalmamız sürecinde, hukuka adalete, akla ve vicdana aykırı olan tüm unsurları 25 Mart 2011 tarihli Hürriyet gazetesinde sıralamış.
Yani sahte bir isim (M.Yılmaz) ile polise gönderilen bir e-mail ile 2009 yılının Mayıs ayından beri polisin takibinde yaşamışım meğer.
Yani haksız ve yersiz biçimde Hanefi Avcı ve Ahmet Şık’ın kitaplarının yazımına katkı yaptığım iddiasıyla 6 aydır tutukluyum. İddianamede bu kitaplar dışında suçlama da yok zaten.
Yani Zekeriya Öz’ün "açıklanması mümkün olmayan çok gizli deliller var" diyerek asılnda hiç olmayan delillerle gözaltı ve tutuklama işlemini yaptığı ortaya çıktı. İddianamenin çıkmasıyla esas olarak Sayın Bakan Yazıcı'nın dikkat çektiği usulsüzlüklerin tamamı gerçekleşmiş oldu. Şimdi Sayın Bakan’a sorum şu: "Bu durum karşısında bir şey yapabilir misiniz? Kimseyi içeri atmayın ama hakkkımızı teslim edebilir misiniz? Söyleyin Sayın Bakan ben derdimi, dağlara, taşlara, kurtlara, kuşlara mı anlatayım. Söyleyin ne yapayım.."


Kamuoyuna Mektup: Komplocular Utansın

Altı ay, fazlası var, azı yok tam 6 ay beton bir mezarın içinde canlı ama ölü gibi iddianeminin çıkmasını bekledim. Yer beton gök beton, kendini savunacak imkanın olmadığı bir yerde meslektaşım dediğim adamlar/kadınlar sesimiz çıkmasın iyice duyulmaz olalım diye köşelerinden üzerimize mürekkep görünümünde çimento döküyorlardı.
Benim nasıl bir "Silahlı Terör Ögrütü üyesi" olduğumu, Ahmet Şık’ın ve diğer gazetecilerin nasıl kötü adam olduklarını kendi meşreplerince çimentolamaya betonlamaya çalışıyorlardı.
Bütün bu 6 ay boyunca bizi destekleyenlere, sevenlere hep şunu söyledim: "siz bizi tanıyor ve destek oluyorsunuz ama bu bize olan güveninizden kaynaklanıyor. Ama ben ya da başkası sizin de onaylamayacağınız bir durumda olabilir. Elbette ben kendimi biliyorum beni destekleyenlerin yüzünü yere baktıracak hiçbir şeyin içinde olmam ve olmadım. Ama bundan öte benim durumum hakkında desteğiniz beni tanıyor olmanızdan geliyor. Ancaaak bizim Ergenekon ya da başka bir yapı ile ilişkimiz olmadığını bizi Silivri’ye diri diri gömmeye çalışan meslektaşlarımız, bizi takip eden polis, savcı, mahkeme biliyor.
Sizler Ergenekon ile irtibatlı olup olmadığımı/zı bilemezsiniz ama bu düşmanlığı yapan ve bu komplonun parçaları olanlar Ergenekon vb. ile ilgimiz olmadığını, en iyi bilenlerdir.
İşte 6 ay geçti ve iddianame çıktı. "Üyelik" iddiasıyla tutuklandı, üyelikten "yardım ve yataklığa" düşürüldük. "Kitap tutuklama nedeni değil, savcı 'gizli deliller var' diyor, beklemek lazım" diyenler dahil, herkes iddianameyi okusun. Hanefi Avcı’nın kitabına katkı yaptığıma dair tek bir somut delil yok. Bırakın onu bu konuda kimse ile geçen bir konuşma dahi yok. Oda tv’de bir bilgisayarda bir word doküman ile 6 aydır "terörist diye hapis tutuluyorum/tutuluyoruz. Aynı şekilde Ahmet Şık'ın kitabına katı yaptığıma dair de tek bir somut delil yok. Yine oda tv’de bir bilgisayarda bulunan bir word doküman üzerine 6 aydır tutukluyum/tutukluyuz. İşte size adalet.
Ama ben kendimden ve Ahmet'ten eminim. Bir an bile endişeye kapılmadım. Ömrümün son anına kadar bu kitaplara katkım olmadığını söyleyeceğim. Elinde kanıt olan varsa ortaya çıksın.
Tutuklandığım andan beri kanundan, polisten, savcıdan, mahkemeden hatta siyasetçilerin kırıcı yorumlarından hiç korkmadım. Tek endişem okurlardı. Türkiye’de ve dünyada destek olan meslek kuruluşları, gazeteciler, muhabirler, köşe yazarları ve Hosrof Dink başta, Dink ailesi üyelerinin benden şüphe etmesiydi. Devletin koskoca savcısı "tutuklamanın nedeni kitap değil, açıklanması mümkün olamayan gizli deliller" deyince ister istemez insanlarda şüphe oluşması doğaldı. Ben de iddinameyi beklemek gerektiğini söyledim hep. Ve işte iddianeme... Asılsız, yalan ve iftira ile benim katkım olduğu söylenen iki kitap dışında suçlama yok. Zaten bu kitaplara katkı yaptığıma dair tek bir delil de yok. O yüzden bu kitapları "nasıl yazmadığımı" anlatmam da beklenmemeli diye düşünüyorum.
İddianame bu yönüyle bana "suçsuzluğumu ispatlama yükümlülüğü" getiriyor. Bu da modern hukuk sistemlerinde olan bir durum değil. İnsan fiilinden dolayı suçlanır. Ben yazmadığım kitapları yazmadığımı nasıl ispatlayacağım...
Öyle ya da böyle altı ay... Gazeteci miyim, terörist mi bunu da gördüm. Ben biliyodum da herkes gördü. Yani gazeteciliğin tam 6 ay bedeli çok ağır check-up’tan geçti. Her şeyimiz ortaya döküldü. Devletin tüm kurumarı elindeki avucundakini ortaya koydu.  Eldeki tüm bulgular terörist değil, gazetecilik diyor. İki kitap meselesi mi? O iddianameyi yazanların hatalı tahlilleri...